16 Şubat 2014 Pazar

Marie Claire İtalya Röportajı (Eylül 2013)

İlk karşılaşmamız tamamen tesadüfiydi; "Daha önce herhangi bir yerde tanışmamış mıydık?" Los Angeles'ta geçen dört günün cabası da bu oluyor. Sanki Beverly Hills otelinde kalmak, yıldızlarla (uzakta oturmalarına rağmen) aynı restoranlarda yemek yemek, tüm bunlarla kız arkadaşlarımı hasetten çatlatmak yetmezmiş gibi! Dior Homme parfümünün yeni yüzü Robert Pattinson "Sanırım seni daha önce de gördüm?" dedikten sonra onların küfürleri kimin umurunda ki? Esasen onunla 5 yıl önce, Roma Film Festivali kapsamında Alacakaranlık galasında tanışmıştım. O günlerde, serinin kitapları kapış kapış satılsa da fenomen seri hakkındaki yorumlar çoğu kesim tarafından oldukça kötüydü. Pattinson belki de ne kadar ünlü olduğunun farkında değildi ve birden bire hormonları azmış genç kızlar ve bir gazeteci ordusuyla karşı karşıya kaldı. Ben de oradaydım ve beni gerçekten de hatırlıyorsa onu kesinlikle Mensa IQ Testi'ne sokmalıyım! Ama kendisi bu durumu "ilk karşılaşmaları asla unutamamakla" açıklıyor. Bu kadar basit yani. 

O zamanlar oldukça sıradan giyiniyordu, şimdilerde daha dikkatli mi davranıyor? Bütün parlak dişlerini göstererek gülümsüyor ve öylesine üzerini işaret ediyor; tersine takılmış beyzbol şapkası, kısa kollu düğmeleri açık siyah gömleği, altından görünen gri tişörtü ve siyah kot pantolonu. "Değişeceğini sanmıyorum" diyor gülümseyerek. "Giyeceğim kıyafete gereğinden fazla zaman harcamak istemiyorum. Ruh halime bağlı olarak gerektiğinde alışveriş yapıyorum. Aynı kıyafeti günlerce giyebilirim, sonuçta hep aynı kaptan yemek yemek gibi birşey değil. Üzerine küçük birkaç düğme diksen bebek tulumu bile iş görür." Aslına bakarsanız önceki gece Dior reklamının Soho House'taki gösteriminde koyu bir takım içinde oldukça rahat (ve yakışıklı) görünüyordu. En azından parfümü kullanıyor musun? diye dayatıyorum. "Son bi kaç gündür evet!" diyor gülerek. Basın danışmanı bir bakış atıyor ve hemen toparlıyor kendisini, "Şaka bir yana, parfüm kullanmak benim için yeni bir şey. İlk kez kullanmaya kızlarla haşır neşir olmaya başladığım yaşlarda, ucuz parfümleri üzerime boca ederek başlamıştım ve onların tepkisi de 'Bu pis koku da ne?' olmuştu. Ama şimdi nasıl kullanılması gerektiğini öğreniyorum."

Bir kaç saat önce, reklam yönetmeni Romain Gavras'la da özel bir görüşme yapmıştım. Aranızda bir entrika dönüyor, diyorum Pattinson'a. "Ah gerçekten mi? Ne söyledi sana?" Sahilde araba kullandığın sahneyi çekerken denize nasıl bodosloma daldığını. Kızarıyor ama çok da hoşnut görünüyor. Ayrıca çok kültürlü ve akıllı biri olduğunu da söyledi, diye ekliyorum. Ve aranızda 'Şu anda üzerinde ne var' tarzında mesajlaşmalar olduğunu. Basıyor kahkahayı. "Sahiden ama. O başlattı. İlk okuduğumda gözlerime inanamadım ve 'Ne? Bu sapık da kim?' diye düşündüm. Sonra aynı şekilde cevap yazdım; kısasa kısas. Romain genç ve hırslı biri, ama kendisini çok da ciddiye almıyor. Keskin bir espri anlayışı var ve kendi çapında biraz da anarşik. Onu seviyorum." O kadar da soluk olmadığını fark ediyorum. Bembeyaz teni Kaliforniya yanığına dönüyor. Başka ne sormak istiyordum? Hah evet; Hırslardan bahsetmişken, artık zenginsin. İlk ödemenle ne aldın? "Gitar. Sonra da Los Angeles'taki evimi. Burada olması daha iyi çünkü memleketim Londra'da evler çok pahalı. Para idaresi konusunda çok da hevesli değilim, bu işlerle ilgilenen işletme yöneticim var. Öyle çok para harcayan biri sayılmam." Bu yeni evde her sabah yatağını toplayan kişi kimdir acaba? "İster inan ister inanma ama yardımcım yok." O zaman kendisi mi topluyor? "Hayır, toplamıyorum. Öylece olduğu gibi bırakıyorum." Sırıtıyor.

Ona insanların bir aktörde en çok neyi abarttığını ve en çok neyi küçümsediğini soruyorum. "Muhtemelen bunun bir oyun olduğunu sanıyorlar. Ama aslında hem muhteşem hem de çok zor olan 'gerçek' bir iş. Bir yandan da 'Çocuğunuz da sizinle aynı işi yapacak mı?' sorusu sorulduğunda 'Asla' diyen aktörleri anlamıyorum. Dünyanın en iyi mesleklerinden birini yaptıklarının, ruhsal anlamda özgür kaldıklarının farkına varamıyorlar." Hala eski arkadaşlarıyla takıldığını söyleyince onların Pattinson'ın başarısıyla nasıl başa çıktıklarını soruyorum. "Harikalar. Aramızda hiç sır yok. Onlarlayken hayranlarla ilgili hiç sıkıntı yaşamıyorum çünkü beni arkadaşlarımla gördüklerinde yalnız bırakıyorlar. Ama sorun çıkarsa da arkadaşlarım hemen korumacı bir hale bürünüyorlar." Ona göre arkadaş ihanetinin ne olabileceğini soruyorum, ama bana gerçek bir arkadaşın seni asla aldatmayacağını, aldatırsa da arkadaşın olmadığını söylüyor. Yine de yenilerini bulmak bir aktör için kolay olmasa gerek. "Hayır, hiç kolay değil. Bir insanın vefalı olup olmadığını kolayca anlayabiliyorum." Beş yıl önceki görüşmemizde sahip olduğu hayatı kaybetmemeyi başardığını fark ediyorum. O kadar sakin ki insan ister istemez okulda nasıl biri olduğunu, bugün olduğu kişiye dair herhangi bir işaret var mıydı diye merak ediyor. Bir lider miydi mesela? "Kesin olan bir şey var ki asla birilerinin takipçisi olmadım ama sorumluluk almaya da çok hevesli değildim. Daha çok içine kapanık biriydim." Şu sıralar tüm dünyada boy gösteren gençler gibi asi miydin? "Gerçeği söylemek gerekirse gençken isyan çıkarmayı sürekli sarhoş olmak gibi görürdüm. Ah hayır, bu çok kötü bir yorumdu. Şaka yaptım!" Bütün vücudunu sarsan bir gülümsemeyle hemen düzeltiyor kendini. "Ama tüm dünyada yaşanan isyanı düşününce ne kadar şanslı olduğumu fark ediyorum. Devrim ihtiyacı olmayan bir ülkede doğdum, fakat ne yazık ki herkes benim kadar şanslı değil ve işler olması gerektiği gibi gitmeyince de haklı olarak isyan çıkarıyorlar."

Rob gittikçe akıllanıyor - artık daha olgun ve özverili. "Yaşlanıyorum da. İtiraf etmek gerekirse Alacakaranlık'tan sonra neler olacağı konusunda endişeliydim. O kadar uzun zamandır işler yolunda gidiyor ki kötü bir şey olmasından korkuyorum. Artık 27 yaşındayım ve herkes 27'sinde ölüyor." İmkansız! "Evet, ölüyorlar! Jim Morrison, Amy Winehouse, Janis Joplin... Ve 28 olmak için Mayıs'a kadar beklemem gerek," diyor gülerek. En azından arkasında "halefi" olarak Douglas Booth'u bırakacak. Peki Pattinson onu nasıl görüyor; varis mi yoksa rakip mi? "Daha kendim bile kim olduğumu bilmiyorum, belki o bana söyleyebilir. Şaka bir yana siz yaşlanmaya başlar başlamaz hemen üzerinize bir kopyanızı yapıştırmaları çok saçma." Kendisi de ilk başladığında birinin varisi olarak ortaya çıkmamış mıydı? "Tabii ki, İsa'nın. Yeni Mesih'im ben." Basıyor yine kahkahayı.

"Şu sıralar David Croneberg'le Maps To The Stars setindeyim," diye devam ediyor, "Küçük bir rolümün olması  yeni bir deneyim çünkü şimdiye kadar hep başrol oynamıştım. Ama benim için hava hoş, hala bağımsız yapımları tercih ediyorum çünkü büyük bütçeliler özgürlüğünüzü elinizden alıyor. Bu projede muhteşem Julianne Moore ile çalışıyorum ve senaryo da olağanüstü. Cronenber'e bayılıyorum! Videodrome ve Scanners filmleri favorilerimden." Artık Los Angeles'ta yaşadığı için ona Sence Hollywood, toplumu yansıtmayı başarabildi mi? diye soruyorum. Yüzünde ciddi bir ifadeyle dudağını ısırıyor. "Hayır, bence başaramadı. Gerçek şu ki tarihin bu döneminde çağdaş dünyayı müzik vasıtasıyla bile yansıtmak çok zor. Bir tür geçiş dönemindeyiz. Kolaylıkla tanımlanabilmiş 70leri ve 80leri düşünüyorum. 90lar bile çok pusluydu. 2000ler ne anlama geliyor? İnternet? Cep telefonları? Benim jenerasyonum elinde iPhone'la gezen, konuşmaya ve mesajlaşmaya programlanmış, tek kelime etmeden iletişim kurabilen kişiler olarak mı hatırlanacak? Sahte isimle bile sosyal ağlarda gezmiyorum. Bir kere denedim ama sonra sildim çünkü arkadaşlarım beni bulamadıktan sonra anlamı neydi ki? Aptalca geldi."

Aptallıktan bahsetmişken, kendisine bir affedemediği ve bir de unutamadığı anısını soruyorum. "Oğlumun doğduğu anı unutamam." Yine bir kahkaha patlatıyor. "Şaka yapıyorum! Çocuğum falan yok. Sanırım rol arkadaşlarımla birlikte Münih Olimpiyat Stadı'na 'Alacakaranlık Efsanesi: Yeni Ay' tanıtımları için gittiğimiz günü asla unutamam. 30.000 tane çığlık çığlığa bağıran hayran vardı ve Taylor Lautner afallamış bir şekilde 'Burada neler oluyor?' demişti. Affedemediğim bir anım beni de içermek zorunda mı?" diyor sırıtarak "Çünkü çok şükür ki öyle bir anım yok," diye devam ediyor gururla.

Kendisini romantik buluyor mu? "Sanırım. Bir nevi. Bazen," hınzır hınzır gülüyor. Sonra esniyor ve "Ah, özür dilerim. Beni rahatlatıyorsun," diyor kızararak. Ona dizime yatabilirsin ve ben de sana bir ninni söylerim demek istiyorum ama sanırım bu pek de uygun olmaz. Onun yerine 30'una gelmeden önce neler yapmak istediğini soruyorum. "Albüm çıkarmak isterdim; pek çok şarkı yazdım. Ve film yönetmek. Aklımda bir fikir var aslında ve üzerinde çalışıyorum. Yapabileceğimi düşünüyorum." Konusunu sormak için çok erken fakat "sonsuza dek mutlu" biten bir son mu yoksa ucu acık bir son mu tercih eder merak ediyorum. "Hiç şüphesiz ikincisi!" Vakit doluyor. Koltuktan kalkıyoruz ve ben elimi uzatıyorum. İki elinin arasına alıyor. "Üçüncü röportajda görüşmek üzere," diyor. Müşfik bir dilek. Kapının öbür tarafında genç bir iş arkadaşım elinde telefonu nişanlısıyla konuşuyor. "Hayır" diyor, nişanlısını yakışıklı vampirin ona asılmadığına ikna etmeye çalışıyor. Sıradan bir kızla ilgileneceğini sanmıyorum diyor. O kadar da emin olma!

Çeviri: RobertaYDiego
RPLife

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder