23 Kasım 2014 Pazar

The Hollywood Reporter Röportajı (Mayıs 2014)

Robert Pattinson, 21 Nisan 2012’de kiralık bir Toyota Camry’e binerek  Los Angeles’ın Los Feliz bölgesindeki evine 10 dakika mesafedeki Koreatown’a doğru yola koyuldu. Aktör oldukça endişeliydi çünkü delicesine istediği bir rol için seçmelere katılmak üzereydi, ve seçmelerin onun harcı olduğunu söylemek pek de mümkün değildi. “Seçmelerden nefret ediyorum” diyor.

“Yapamıyorum işte. Zarar verebilecek kadar gergin oluyorum. Hep kötü geçiyor sonra da berbat hissediyorum”. Sinirlerini yatıştırmaya son zamanlarda atıldığı bağımsız filmler de yetmiyor. Bel Ami ve Little Ashes gibi filmler ses getirmekten ziyade fos çıkıyor ve Cosmopolis de yakında sönecekmiş gibi duruyor. Bu filmler, gişede 3.3 milyar dolar hasılat yapan ve Pattinson’a sadece son filmiyle 20 milyon dolar kazandıran Alacakaranlık süpernovasının yanında maytap gibi kalıyor.

Bu rolü, artık sadece gizemli, derin derin düşünen, yanardöner, az da olsa keyifsiz, 100 yaşında, Edward Cullen adlı bir vampir olmadığını kanıtlamak için istedi -hatta ihtiyaç duydu. Yani gideceği yere genç, yakışıklı ve delicesine endişeli bir biçimde vardı. “Korkunçtu,” diyor. “Bir rolü çok nadir böylesine isterim.”

(Belki yardımı dokunmuş olsa da) stres yapmasına gerek yoktu. 2010’da Animal Kingdom’ı yöneten Avustralya’lı yönetmen David Michod onun için “Bir sürü başarıyla gelmişti,” diyor. Guy Pearce’in çalınan arabasını bulmak için Avustralya’nın en ücra ve berbat bölgelerine aktörle birlikte yolculuk yapmış, yarım akıllı bir çete üyesini canlandırıp canlandıramayacağını anlamak için Pattinson’ı 3 saatlik maratona sokup uzun tartışmalar, sahne okumaları ve doğaçlamalar yaptırmış. Kapıdan giren aktörler arasında karakteri benim aklımdakine en yakın biçimde güzelce ve tamamen anlayan tek aktör oydu.”
 
Pattinson şimdilerde, Cannes Film Festivali’ndeki galasından bir ay sonra, 20 Haziran’da gösterime girecek The Rover’ın seyircileri de mest etmesini umuyor. THR’ın baş film eleştirmenleri Todd McCarthy film hakkında “Kendi dokunaklı karakterleriyle, yarı-apokaliptik bir karışımı harmanlayan The Rover, Cormac McCarthy’nin günümüz ve The Road Warrior zamanları arasındaki Avustralya görüşüne benzer bir görüşün izlenimlerini uyandırıyor” diyor.

The Rover, Sonbahar’da gösterime girecek olan David Cronenberg’ün Hollywood hicvi Maps to the Stars’la birlikte Pattinson’ı kariyerinin bir üst aşamasına taşımasını umduğu iki sinema filminden biri. Her ikisi de sanat filmi, zevkle yapılmış işler, Alacakaranlık’tan olabildiğince farklı ve Pattinson’ı yetişkin biri olarak tanımlamakta aynı derecede önemli.

Aktör bir vampir serisiyle genç kızların (ve annelerinin) aklını başından almayı başararak inanılmayacak bir üne kavuştu ve şimdi, 28 yaşında, “sırada ne var?” diye soruyor.

Bu soru -diğer aktörler sahip olmak için can atarken- kariyerlerini belirleyen karakterlerden kurtulabilmek için canla başla uğraşan Harry Potter’ın Daniel Radcliffe ve Emma Watson’ından Transformers’ın Shia LaBeouf’una kadar Pattinson’ın bir çok akranının karşılaştığı bir soru.

Radcliffe mütevazi sinema kariyerinin ardından The Cripple of Inishmaan gibi alkışa şayan bir yapımla Broadway’e dönüyor; Noah’da pek yer almasa da sıradaki filmi Guillermo del Toro’nun Beauty and the Beast’i olan Watson parlak bir yıldız olarak yoluna devam ediyor; LaBeouf ise umumi intihal macerasının ardından kendini Lars von Trier’in Nymphomaniac’ında sergiliyor. 

Pattinson da kendi yolunu çizmiş; Cronenberg’den Werner Herzog'a (bu yıl vizyona girecek Queen of the Desert filminde ona T.E. Lawrence rolünü veren yönetmen) ve James Gray’e (The Lost City of Z’de Benedict Cumberbatch’la oynayacak) kadar bulabileceği en iyi yönetmenlerle çalışıyor.

Spring Breakers’ın yönetmeni Harmony Korine’e yaptığı gibi, beğendiği yapımcıları beklenmedik bir zamanda aramakta hiçte çekimser değil. “Akşam yemeğine çıkmıştık. Çok kibardı. Ama bunu yapabileceğimi anlamam bayağı uzun sürmüştü,” diyor Pattinson, yönetmenleri daha önce bir program yapmadan aramak konusunda. Şu sıralar Korine, Pattinson için sırlarla örülü bir senaryo yazıyor. “Ne hakkında olduğunu bana bile söylemiyor” diye sırıtıyor.

14 Mayıs’da, hurdası çıkmış, siyah, 1989 BMW Convertible’i ile geldiği Batı Hollywood’un Soho House’unda öğle yemeği üzerine oturup sohbet ettiğimizde gelecekteki olası sorunlar hakkında dikkat çekecek kadar sakin görünüyor. Siyah pantolonu ve beyaz tişörtü ile oldukça şen, zeki, hevesli ve kendisini üne kavuşturan karakterin aksine hiçte sıkıntılı değil. “Bir süre önce yaptığım bir röportajda kulağa kendimi öldürmek üzere olan bir manik-depresif biriymişim gibi geliyordum,” diyor. "Halbuki hiçte değilim!”

Ne bulunduğumuz yerdeki kavurucu sıcaklar, ne merhaba demek için lafını kesen tanıdıkları, ne de yayınlandığı süre boyunca Pattinson’ın başını döndüren 5 bölümlük Alacakaranlık serisi hakkındaki bitmez tükenmez sorularım canını sıkıyor. “Pazarlamadan sonra her şey değişti ve “takım” olayı öne çıkartıldığında halkın film hakkındaki genel görüşü değişti,” diye bahsediyor bir bakıma olumlu bir deneyimden. “’Ya Edward takımıyım ya da Jacob takımı’ durumu oluştu. Bu durum filmin bile önüne geçince de ters tepki yarattı. Ama ilk film çıktığında hiç bu tarz tepkiler almamıştı.”

Bu ters tepki, Pattinson’ın hem sevgilisi hem de rol arkadaşı Kristen Stewart’ın Pamuk Prenses ve Avcı filminin yönetmeni Rupert Sanders ile yakalanmasından sonra mayhoşlaşan ilişkisinin ardından kişisel bir hal aldı ve bir blogun da belirttiği gibi kendisini “boynuzlu vampir” yaptı. Bu konu hakkında kesinlikle konuşmuyor. Peki hala görüşüyorlar mı? “Ah, evet,” diyor mutlu mutlu.

Para konusunda oldukça kayıtsız (o kadar çok olunca daha kolay oluyor tabii) ve 17 gitarlık koleksiyonu dışında değerli bir eşyası yok. “Tek harcamam iyi gitarlar almak,” diyor aralarından birini seçerek “1943’ten akustik bir Gibson J100 ya da öyle bişey.”

Devasa genişliğinden ötürü içinde kendini kaybolmuş gibi hissettiği, üç yıl evvel 6.27 milyon dolara satın aldığı 1992 Los Feliz malikanesini bu yakınlarda sattı. “Çok büyük bir evdi,” diyor. “Versay sarayı gibi inanılmazdı. Tamamen deliceydi. Muhteşem bir bahçesi vardı ama ne de olsa insan sadece bir odasında oturuyor. Penceresi olduğu sürece bir hücrede bile yaşayabilecek biriyim ben.”

O günden beri Coldwater Kanyon’da kapalı bir sitede kiracı olarak kalıyor. Dekoru daha çok temel ihtiyaçlarından oluşuyor: Taşındığında yanında sadece 3 şişme yatak ve “(Los Feliz’deki) diğer kiracıdan kalan  b.ktan bir sandalye var” diyor gülerek. “Yataklarımı duruma bağlı olarak farklı odalara taşıyorum. Bir süre baya garip gelmişti.”

Taşındığından beri içlerinde oldukça ihtiyaç duyduğu kıyafetlerini de bulunduran çoğu eşyasının yerini bir türlü bulamıyor. “Nasıl olur da hiç kıyafetim olmaz anlamıyorum” diyor sızlanarak. “Galalarda giymek için milletin bana verdiği, kıyafet sayılabilecek bütün eşyaları çaldım ama dolabımda sadece üç parça var.”

Çok sevdiği DVD koleksiyonunu bile bulamıyor. Tam bir film düşkünü olan aktör favori filmlerini One Flew Over the Cuckoo’s Nest’ten Breatless’a, ve yeni filmlerden Smashed’a doğru sıralıyor. Fakat mütevazi kişiliği nedeniyle bu konuda uzman olduğunu kabul etmiyor. “Yeni yetme dönemlerimde filmlere çok düşkündüm; insanları bu şekilde etkilerim sanıyordum,” diyor. “Ama büyüyünce anlıyorsunuz ki kimsenin umurunda değil”.

Cronenberg bu konuda biraz şüpheci. “Sinema konusunda inanılmaz derecede, neredeyse akademik seviyede bilgili,” diyor. “O’nu Cosmopolis setinde Juliette Binoche’la Fransız sinemasının anlaşılması güç filmleri hakkında konuşurken gördüğümü hatırlıyorum, ve bu beni bayağı şaşırtmıştı. Ama tanıdıkça ne kadar Avrupai bir anlayışı olduğunu fark ettim. Oynadığı karakterlere bakınca şaşırtıcı dursa da oldukça işlevsel bir zihni var.”

Alacakaranlık’tan önce Pattinson zar zor hayatta kalmayı başarıyordu. Yoksul bir şekilde Londra’da, aktör arkadaşı Tom Sturridge’la aynı apartmanı paylaşıyordu ve Royal Court Tiyatrosu’nda sergilenen, Roland Schimmelpfennig'in The Woman Before’undan kovulmasının yaralarını silmeye çalışıyordu. (“Neden kovulduğumu bilmiyorum. Muhtemelen söylemişlerdir ama o kadar sinirliydim ki duymadım bile” diyor.)

Oyunculuğa ergenlik çağında, etrafta dolanan kızlara yakın olabilmek için başladı ve ailesinin Londra’nın dışında bulunan evinin yakınlarındaki yerel Barnes Tiyatro Grubu’yla bazı projelerde yer aldı. Babası çoğunlukla eski model araba işleriyle meşguldü; Pattinson’ı annesiyle ve kız kardeşleriyle bırakıyordu. Gazete dağıtırken ara sıra da modellik yaptı (annesi bir modellik ajansında sekreter olarak çalışıyordu), sonrasındaysa 2005 yapımı Harry Potter ve Ateş Kadehi’nde genç bir oyuncu olarak saygıdeğer fakat küçük bir rol aldı. Oyunculuk yapmak istediği konusunda emin değildi ve bir dönem politikaya atılmayı dahi düşündü. Fakat romantik-komedi ‘Yeni Mezun’ filminin seçmelerine katılmak için 21 yaşında Los Angeles’a geldi (WME temsilcisi Stephanie Ritz’in evinde kaldı).

“Senaryoya çok hakimdim ve ne yaptığımı bildiğimi sanıyordum,” diyor. “Sonra içeriye girdim ve her şeyi batırdım. Seçmelerin ardından ailemle konuşurken ‘Bitti. Bu kadar iğrenç olmasına katlanamıyorum’ dediğimi hatırlıyorum. Ayrıca bu işi yüzüme gözüme bulaştırdığımı da biliyordum. Tamamen benim hatamdı.”

Hala L.A.’deyken, son anda aklına gelmiş gibi, Stephenie Meyer’in genç bir kızın Washington’daki küçük bir kasabaya taşınmasını ve burada  ölümsüz Cullen ailesinin veliahtına aşık olmasını anlatan genç-yetişkin kitabı Alacakaranlık’ın uyarlama filmi için seçmelere girdi. Londra’daki evinde, “Tom (Sturridge)’ın Bella’yı canlandırdığı” bir video çekti. Ardından yönetmen Catherine Hardwicke gece yarısı saat 02.30’da kendisini aradı ve “çok saçma bir konuşma gerçekleşti çünkü ne kitabı ne senaryoyu ne de hakkında başka bir şeyi okumuştum ve telefonda öylesine atıp tutuyordum.”

Daha sonra, hali hazırda başrol için seçilmiş olan Kristen Stewart’la ilk kez tanıştığı, Hardwicke’in Kaliforniya, Venice’deki evine gitti. “Dört kişiyle birlikte deneme çekimleri yapıyorlardı,” diye hatırlıyor. “Sahnelerden birinde tişörtümü çıkarmam gerekiyordu ama yanlış hatırlamıyorsam bunu yapmayan tek kişi bendim.”

Lionsgate kendisini hemen kabul etmedi, ve hatta yapımcılardan bazıları yaşının sonsuz liseli birini oynayamayacak kadar büyük olduğunu düşünse de (o zamanlar 21 yaşındaydı) Pattinson’ın menajeri projenin peşini hiç bırakmadı. “Stephanie [menajeri] sürekli ‘gidip yapımcılarla tanışmak zorundasın ve gitmeden önce 20 defa tıraş ol!’ diyordu” diye anlatıyor.

Bu kadar tıraş olmak sonunda işe yaradı ve Pattinson rolu kaptı: “Alacakaranlık benim için ya tamam ya devamdı.”

Serinin beş filmle, hayatını değiştirmesi onu oldukça şaşırttı. Bunun “'Thirteen' (Hardwicke’in bir önceki filmi) filminin vampir versiyonu gibi olacağını düşünmüştüm. Gişe rekorları kıracağını gerçekten hiç tahmin etmemiştim” diyor. Edward rolünün oldukça zorlayıcı olduğunu söylüyor: “Bazı yönlerden çok kısıtlı bir karakterdi. Onu olabildiğince dramatik bir karakter yapmaya çalışıyorsun ama elinizde asla kontrolünü kaybetmeyen bir karakter var ve kendi kendine ‘ben bu lanet rolü nasıl yapabilirim ki’ diye soruyorsun. Sanırım yaptığım en zor işlerden biriydi.”

Pattinson sonraki dört yılını Alacakaranlık kuşağında geçirdi ve o zamandan beri de çalışmayı neredeyse hiç bırakmadı. Bir ölçüde ününün, yolculuk etmesini güçleştirmesinin yanı sıra tatil yapacak zamanı da bir türlü bulamadı. “İş dışında tatil amaçlı bir yere gittiğimi sanmıyorum,” diyor. “Fırsatları elimden kaçırma korkum var.”

A24’ün gösterime soktuğu 12 milyon dolarlık The Rover onu Marree kasabasının da içinde olduğu (90 kişilik bir kasaba) beş ayrı bölgede oldukça eziyetli çekimler yapmak zorunda kaldığı Avusturya’ya götürdü. Pattinson, “hiçliğin tam ortasında” çektik diyor. “Taşranın içinden geçerek Avustralya’nın doğusundan batısına doğru giden bir yol var ve biz de bu yolun çöle dönüştüğü noktadaydık. O 90 kişilik kasabada, asfaltın tam olarak bittiği noktadaydı.” Çekimler 41 gün sürdü ve bu süreçte “pencereli nakliye konteynırı”na benzeyen bir yerde, ısı derecesinin 38’i geçtiği sıcak hava dalgalarının ortasında ve “bir trilyon sinekle” yaşadı. “Işığı açar açmaz bütün gün gözüne girmeye çalışan sineklerle uğraşıyorsunuz.”

Tüm bu zorluklara rağmen, “Kilometreler boyunca ufku izleyebilmek çok muhteşemdi,” diyor Pattinson. “Oldukça rahatlatıcı bir yanı vardı.” Arkadaşlarından birinin, O Toronto’da Maps to the Stars’ı çekerken meditasyonla ilgili verdiği bir kaseti elinden düşüremiyor. “Genellikle çoğu konuda rahatımdır,” diye ekliyor, hala peşini bırakmayan paparazzilerin istisna olduğunu not düşerek. Hala onun peşindelermiş. Hatta bir keresinde evinin nerede olduğunu farketmemeleri için saatlerce onları atlatmaya çalıştığını anımsıyor. “Sanki sekiz tane araba peşime düşmüş gibiydi. Ve tam 10 saat böyle sürdü. Ne yapacağımı bilemedim. Ama eninde sonunda bu durumla başa çıkacak hale geliyorsunuz. O kadar uzun zaman oldu ki artık hayatımın bir parçası haline geldi. Bundan önceki hayatımın nasıl olduğunu hatırlayamıyorum bile.” 

Şimdilerde şöhretin tuzaklarına kapılmaktan ziyade hayatını yalnız ya da arkadaşlarıyla takılarak geçirdiğini söylüyor. Her ne kadar yalnız bir insana göre oldukça nazik ve aynı oranda vefalı olsa da “yalnızlığa daha düşkün” bir insan. Hala birlikte büyüdüğü arkadaşlarının çoğuyla, aynı danışmanı (3 Arts Ent.’den Nick Frenkel) ve menajeriyle (Ritz) ilişkilerini sürdürüyor. “Evinde bıraktığım çantamı hala saklıyor, [Stephanie Ritz]” diye şakalaşıyor “muhtemelen içi pis çamaşırlarımla doludur.” 

Buluşmamızdan iki gün önce, yaklaşık 20 kadar arkadaşıyla Chateau Marmont’ta “olması gerekenden fazla uzun süren” bir yemekle doğum gününü kutladı. “Beş yıldır Los Angeles’tayım, o yüzden de bir sürü tanıdığım oldu. Güzeldi.”

Alacakaranlık’tan bazı arkadaşlarıyla da hala görüşüyor ve ara sıra, her ne kadar bu onu sinir etse de, oyunda kendinden daha iyi olan Kellan Lutz’la poker oynuyor. “Çok saçma!” diyor. “Açık açık ‘bizimle takılmak için 500 dolar harcamaya hazır mısın?’ diye soruyorlar. ‘Harika!’” 

 Bu haylazlıkların yanı sıra, bir nevi sofu olduğunu itiraf ediyor ve şişme bir sandalye üzerinde, elinde bir şişe rosé ile havuzda süzülmenin son zamanlardaki en büyük zevki olduğunu belirtiyor. “Kelimenin tam anlamıyla ‘İşte cennet bu. Hayattan tüm istediğim şey’ buymuş gibi hissettim” diyor.

Neredeyse korkutucu derecede normal biri – tam bir anti-star, istemeyerek şöhrete kavuşan bir aktör, ve Los Feliz’deki devasa malikanesine ne kadar ihtiyaç duymuyorsa bu şöhrete de o kadar ihtiyaç duymayan ya da istemeyen biri. “Karşısına çıkan fırsatlardan yararlanıp büyük bütçeli stüdyo filmleri yapmaya devam edebilirdi” diyor Cronenberg. “Ama O’nun arzusu büyük bir Hollywood yıldızı olmak değil.”

Arzusunun ne olduğu hala belirsiz. Kendini geliştirmesi bu arzusunun sadece bir parçası: “Kendime tam bir aktörüm diyebilir miyim bilmiyorum –bazı belirgin şeyleri kanıtlamam lazım” diyor. Ama bunun da ötesinde, O çok zor bulunan bir varlık; hayatından oldukça hoşnut görünen genç bir adam. “İsteklerim son derece basit şeyler. Hiçbir şeye ihtiyacım yok. Hiçbir şey istemiyorum.” 

Blogumuz adına çeviriyi yapan: ZehraUzun
Kaynak linki belirtilmediği sürece blogumuzdan çeviri alınması kesinlikle yasaktır.
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder