7 Eylül 2014 Pazar

Esquire İngiltere Röportajı (Eylül 2014)

O, Alacakaranlık fenomeninden, dedikodu dergilerinden sınavını verip günümüzün en gelecek vaadeden aktörlerinden biri olmayı başaran 28 yaşındaki İngiliz oyuncu. Birkaç ay içinde, onu David Cronenberg'in, Werner Herzog'un ve Anton Corbijn'in filmlerinde en iyi performansıyla göreceğiz. The Rover ise bu yazın mutlaka görülmesi gereken filmlerinden biri. Biz de bunu kutlamak adına kendisini bira ve barbekü için davet ettik.

Robert Pattinson fazla gergin biri değil. Her zaman çok sakin görünüyor, çığlık atan onlarca kızın karşısında bile. Fakat bazen kaygılandığı zamanlar oluyor, kalp atışları hızlanıp davranışları değişiyor. Öyle olduğu zaman söyleneleri inkar ediyor ve bir şeyler uydurmaya başlıyor. En azından son filmi The Rover'ı tanıtmak için geçenlerde katıldığı Jimmy Kimmel programında öyle demişti.

Bilinen şu ki program boyunca röportaj için gergindi, belki de en başından beri yalan atıyordu, ki bu yalan atmadığı anlamına gelir, ki yalan atmaması da yalan attığı anlamına gelir ve bu bir paradoks gibi devam eder durur. Ama sonradan işin doğrusunu açıkladı. Koltuğunda rahatsız rahatsız kıvranırken, durduk yere Kimmel'a tükürüğünün inanılmaz derecede ağır olduğunu ve bu yüzden bir adım ötesine bile tüküremediğini söylemişti. Ayrıca kendisine erotik bir şekilde tükürülmesinden de hoşlandığını söylemişti. İzleyiciler buna bayıldı, komik sayılırdı. Ama aynı zamanda garipti de.

"Tamam, açıklayayım," diyor Robert. "Bu tarz programlarda bir gün önceden yapımcıyla falan bir ön röportaj yapmanız gerekir. Ve siz programa çıkmadan iki saniye önce, size o ön röportajı hatırlatırlar ve gidip o şeyleri tekrar tekrar programda söylersiniz. İşte ben de o gün Jimmy'nin programındaydım ve ön röportajda anlattığım hikaye o an bana komik gelmedi. Aslında en başta da komik değildi ama ben o sırada o komik olmayan hikayeyi anlatacaktım, Jimmy de sahte bir şekilde gülecekti... Buna katlanamadım. O yüzden panikledim. Her yanımdan ter akıyordu. Saçmalamaya başladığımı hissettim. Kendi kendime 'Aman Tanrım, saçmalamaya başladım' dedim. O yüzden ben de bu ağır tükürük hikayesini uydurdum, Jimmy'nin yüzü ise 'Sen ne halttan bahsediyorsun?' der gibiydi."


Gülüyor. Sessiz bir kahkaha bu, kendini frenleme ve engellemeyle dolu. "Jimmy'nin yüzünü gördüğüm an daha iyi hissettim," sırıtıyor. "Rahat tavırlarıma yeniden geri dönebilirdim artık!"

Robert tüm bunları bana Los Angeles'ın kuzeydoğusunda, Eagle Rock'taki evimin arka bahçesinde otururken anlatıyor. Evet, Robert Pattinson şu an benim evimde. O birasını içerken, ben de elimde ızgarayla aylaklık ediyorum; tam da olması gerekenden daha garip görünecek bir senaryo. Daha önce hiç evime gelmemişti. Arkadaş falan değiliz yani. Sadece üç yıl önce bir ortamda karşılaşmıştık, ki Robert çoktan unutmuştur.

Herhalde son Alacakaranlık filmi için yapılan bir basın toplantısı falandı. Beverly Hills'de otel odasındaydı, ben de tanıştığı milyon tane muhabirden birisiydim. Hatırlıyorum da tişörtün bir yakası yırtılmıştı, o ise farkında bile değildi - hayır tişörtün modeli falan öyle değildi, bildiğiniz dikişi kopmuştu. O günden de bahsetti, toplantı öncesi o kadar gerginleşmiş ki Xanax hapı almış fakat dozunu kaçırınca bütün gün uyuşuk uyuşuk dolaşmış. "Ah o röportaj! Bu olayı unutturmam gerekti. İnsanlar uyuşturucu bağımlısı falan demeye başlamışlardı. Gerçi benim hatamdı. Röportajlarda belki 50 kez falan bunun konusunu açtım."

Bu sefer daha makul şeyler yapmayı önerdim. Mesela normal insanlar gibi takılmak? Sonuçta herif güneybatı Londra, Barnes'lı, 28 yaşında bir adam. Belki bara da inebilirdik? Ama ekibi oranın fazla halka açık olduğunu söyledi. Ee, Barnes'lı olsun ya da olmasın, sonuçta o hala Robert Pattinson.

Peki bir maske taksan ne olur? dedim. Bu tüm ünlülerin yaptığı bir şey değil mi; kar maskesi takıp Starbucks'a gitmek? Ekibi bundan kaçındı: Robert fazla dışarı çıkmıyor. Çıktığında da gittiği yer arkadaşlarının evi oluyor zaten.

İşte her şey böyle oldu. Evime gelmesini önerdim, bira içer ızgara yaparız dedim. Yaz mevsiminde Los Angeles insanlarının yaptığı şey bu. Beyaz tişörtü ve koyu renk pantolonuyla bu hoş ve uzun İngiliz adam, evimde köpeklerimi okşayıp oturduğum mahalleyle ilgili güzel yorumlarda bulunuyor. Yedekte başka bir gazeteci veya kapıda herhangi bir koruma görevlisi yok. Onu bu yüzden kutlamak lazım: öyle her aktör, muhabirin evine gelip de kendisine soru sorulmasına boyun eğmezdi.

Ben yiyecekleri getirirken o da takılıp gevezelik etmeye fırsat bulduğu için memnun ve rahat görünüyor. Bahsettiği gerginliklere dair hiçbir belirti yok. Tek amaç sedir tahta üzerinde somon, ızgara sebze ve herhangi bir patlama olmaması. İşi sade tutmayı düşündüm çünkü aktörlerin ne yapacağını asla bilemezsiniz. Göründüğünden daha zor bir tarif seç. Ve her şeye rağmen yanına çeşit çeşit yiyecekler ekle. Bu sabah Wholefoods şarküterisine biraz aşırıya kaçmadım değil. Patates salatası, peynirli makarna, kuru üzümlü lahana... Acaba R-Pattz kuru üzüm sever mi ki? Google'dan mı baksam?

"Kusura bakma, sana yardım ederdim ama bu işlerden hiç anlamıyorum," diyor ızgarayı göstererek.

Ama ızgara erkek işidir, hep öyle derler.

"Farkındayım ama benim için ideal erkek anlayışı her işte yeteneksiz olmaktır," diyerek sırıtıyor.

Nasıl yani, araba tekeri değiştirmek konusunda falan mı?

"Hayır, her şey olabilir. İnsan cehaletiyle gurur duymalı. 'Bana sorma, sonuçta ben bir erkeğim! Başkasına söyle, o yapsın!'" Gülüp birasından bir yudum alıyor. "Şu da komik ki sen ne kadar az  yaparsan, yapılacak o işler dağ gibi büyüyor. Şu aralar telefon konuşması yapmak bile yorucu geliyor."

Robert pek pratik birisi değil. Geçenlerde iPhone'uyla bir şişenin kapağını açmaya çalışmış, şimdi ise telefonunun hoparlörünü kapatamıyor. Game of Thrones'u çok sevmesine rağmen televizyonunda nasıl kaydedeceğini bilmediği için her pazar canlı olarak izliyor. Onda eksantrik bir şeyler var, tıpkı düşüncelere dalmış, aklı karışık profesörler gibi. En azından bu sefer tişörtü yırtık değil.

Herhalde kendi başına yapabildiği tek şey buraya kadar gelmekti. Robert sıkışık trafiğe rağmen Los Angeles'ta araba sürmeyi seviyormuş. Dediğine göre, 'nispeten yalnız bir insan' olduğu için araba sürmek harikaymış: Sirius radyosunu açıp kendini melodinin ritmine bırakıp gidiyormuş. Ama bugün onu asistanı getirmek zorunda kaldı. Görünüşe göre paparazziler yine koku almışlar. Birkaç gün önce, Pattinson'ın spor salonunun önüne gelivermişler, Pattinson'ın kişisel antrenörü onlara Robert'ın orada olmadığını ve gitmeleri gerektiğini söylediğindeyse kavga çıkmış.

Bu sabah da evinin önünde 6 tane falan araba varmış.

"Nedenini anlamıyorum," diyor şaşırmış bir şekilde. "Sanırım 'bu adamı takip edin,' fikri dönem dönem değişiyor. Ama ne zaman etrafımda bir ordu paparazzinin dolaştığını görsem 'Ah hayır, yine ne buldular?' diye düşünüyorum," diyor kahkaha atarak. "Ah tabii, şu bebek olayı! Tamamen unutmuştum!"

Onu hedef tahtası haline getiren şey skandallar değil. O pek skandal adamı değil zaten. Şu zamana kadar kendisi hakkında çıkan tek dedikodu, 2012'de Kristen Stewart'la ayrılışıydı. Hayır, paparazzilerin sürekli onu takip etmesinin sebebi daha yavan: kendisi meşgul bir adam, o kadar. Alacakaranlık'ın ardından, geçtiğimiz yıldan bu yana bir biri ardına bağımsız filmler çekti. Ve şu ana kadar, gittiği yol oldukça net görünüyor - özel yönetmenlerle, reklam içermeyen filmlerde ve inanılmaz zorlu ve farklı rollerde çalışıyor.

Geçtiğimiz yaz, Animal Kingdom'ın yönetmeni David Michôd ile Avustralya'da The Rover'ı çekti. Filmdeki performansı ise çoktan çılgınca yorumlar almaya başladı. Arabistanlı Lawrence'ı oynadığı Queen of the Desert'in ardından David Cronenberg'in Maps to the Stars'ı için 10 gün çekim yaptı. Geçtiğimiz sonbaharda ise, 50'li yıllarda ünlülerin fotoğraflarını çeken Dennis Stock'u canlandırdığı Life filmini bitirdi. Sırada ise Robert De Niro ile başrolü paylaştığı Fransız yönetmen Olivier Assayas'ın suç ve dram filmi Idol's Eye var.

Bunlar sadece kesinliği bilinen yapımlar. Sırada daha birçok bağımsız film var. David Grann'in The Lost City of Z kitabından uyarlanan bir James Gray filmi ve sırf Robert için yazılan iki film daha var: Harmony Korine, Miami'de geçen bir gangster filmi yazıyor, Brady Corbet ise The Childhood of a Leader'ın senaryosuyla meşgul. "1900'lerde bir diktatörün gençliğini konu alan bir film," diyor. "Hitler, Mussolini ve diğer birkaç diktatörün birleşimi gibi bir şey. Uğursuzluk getirmek istemem ama Brady tam bir film bilgini. Onu yaklaşık 8 yıldır falan tanıyorum, ki kendisi daha 25 yaşında."

Robert şu an kendisine sıradışı bir kariyer çiziyor. Ve bunu bilerek yapıyor, beğendiği yazar/yönetmenlere ulaşıyor. Harmony Korine'i beklenmedik bir şekilde arayıp yemeğe davet etmiş, The Hollywood Reporter'a da "Bunu yapabileceğimi fark etmek uzun zamanımı aldı," açıklamasında bulunmuş.

Robert, Alacakaranlık gibi olmayan -zeki, yetişkinler için, bağımsız- filmleri seçiyorsa, onu suçlamak kimin haddine? Alacakaranlık dünya çapında 3.3 milyar dolar elde edip sadece son filmden Robert'a 20 milyon dolar kazandırmış olabilir, bu paraların çoğu One Direction nüfusundan gelen genç kızların kumbaralarından çıktı, iyi filmden anlayan izleyicilerden değil. Seri sert eleştirilere ve alaycı yorumlara maruz kaldı ve tabii bundan Pattinson ve Stewart da nasibini aldı. Film, Harry Potter ve Açlık Oyunları gibi diğer büyük serilerle olumsuz bir şekilde karşılaştırıldı. Pattinson bile seri devam ederken filmle ilgili düşüncelerini Vanity Fair'e şöyle açıklamıştı, "Genel anlamda beğenmediğin bir filmde yer almak... garip bir şey."

Ama öyle görünüyor ki yazar/yönetmenlerin çektiği filmler hoşuna gidiyor. Ve o sadece içinde bulunduğu durumdan sıyrılmaya çalışmıyor, aynı zamanda gerçek benliğini de gösteriyor. Pattinson her zaman gerçek bir sinema sever, bir Godard hayranı, bir klasikçi ve bağımsız filmlerin adamıydı. Alacakaranlık setinde Molière okurdu. [Brady] Corbet onu 'sinema hakkında bu kadar bilgili olan nadir insanlardan biri' olarak tanımlıyor. Alacakaranlık filmleri arasında bile, Bel Ami ve Cosmopolis gibi dramalarda rol aldı. Mayıs ayında David Cronenberg onun için "Yakaladığı bu başarıyla büyük bütçeli filmler yapmaya devam edebilir ama onun arzusu büyük bir Hollywood yıldızı olmak değil," demişti.

"Sadece ilgimi çeken filmlerde oynuyorum," diyor Pattinson. "Seçmelerine katılıp da rolü alamadığım 2 proje oldu fakat onlar dışında..."

Yani artık büyük bütçeli filmler yok mu?

"Birkaç teklif aldım. Fakat öyle filmlerde, eğer ilginizi biraz bile belli ederseniz, hemen deneme çekimi falan yaptırıyorlar, daha rolünüzü bile söylemeden anlaşma imzalatıyorlar. Bu manyakça. Ayrıca fazla çizgi roman okumuşluğum da yoktur..."

Yaptığı şey biraz riskli. Daha gideceği çok yol var ve şimdiden başarısızlığı göze alıyor. Dünyanın en iyi yönetmenleriyle çalışıp böylesine iddialı rolleri canlandırmak kolay bir şey değil. Özellikle şimdiden bir sürü eleştiri almışken: kariyeri boyunca insanlar ona tutku ve duygudan yoksun olan minimalist insan muamelesi yaptılar. Bel Ami için, haklı bir eleştiriydi ama Alacakaranlık için değil - karakteri Edward Cullen doğası gereği duygusuz biriydi.

O yüzden Robert, Alacakaranlık'ı "yaptığım en zor işlerden biriydi" diye tanımlıyor. Ama aslında pek de umrunda değil. Bağımsız filmlere yapılan eleştirilerin her şekilde haddinden fazla olduğunu düşünüyor: "Sektörün çizgilerinin dışına çıktığınız an çok daha sert eleştirilere maruz kalıyorsunuz." Yine de bunu eleştiriler için yapmıyor. İzleyiciler için bile yapmıyor.

"Kendi kendimin psikanalinizi yapacak olursam sanırım kendim için yapıyorum," diyor. "Eğer bir şeyi yapabiliyorsam, insanların ne düşündüğü umrumda bile olmaz, tüm eleştirileri okusam dahi. Eğer bu eleştiriler o kadar önemli olsaydı, beni zaten yıllar önce mahvederdi."

Yani 'okula gitmeye' devam edecek ve kendi seçtiği geleceği takip edecek. "Hiçbir zaman oyunculuk okullarına gitmedim, sadece kendimi geliştirmeye çalışıyorum." Muhtemelen film yapımcıları da bu kadar büyük bir yıldızla çalışarak iyi bir çıkar sağlıyorlardır - para kazanmak, izleyici cezbetmek, şöhret oluşturmak - tüm bağımsız filmlerin ihtiyacı olan şeyler değil mi?

"Hımm," Pattinson şüpheli görünüyor. "Bilmem. Bu filmler bensiz de bu kadar başarıya ulaşabilirdi. Yani... Filmleri adam akıllı tanıttığım bile söylenemez." Besbelli ün ve paparazziler hakkındaki düşünceleri, yer aldığı filmleri mahvetme kapasitesine sahip. "Birlikte çalıştığım her yapım şirketine, satış kampanyalarının muhtemelen içine edeceğimi söylüyorum."

Alacakaranlık hayranlarının onu yeni filmlerinde de takip edeceği konusuna gelince, Pattinson bunu kabul etmiyor. "İzlemezler. Bunu en baştan beri söylüyorum. Ayrıca, izleyicileri afallatacak işler yapmaya çalışıyorum. Bir Joaquin Phoenix filmi izlediğiniz zaman, filmdeki performansı size diğer performanslarını hatırlatmaz. Aktörlüğün bu unsuru çoktan yok oldu."

Alacakaranlık tabanlı seyirci kitlesi David Cronenberg'in bakış açısıyla değişse de hoş bir yaklaşım aslında. Gözleri parlıyor. "Bakalım. Bana kalırsa Maps to the Stars, The Rover'dan daha anlaşılabilir olacak..."

Maps to the Stars, Robert'ın Kanadalı yönetmen David Cronenberg'le ikinci işbirliğiydi, birincisi ise 2 yıl önce vizyona giren Cosmopolis'ti. Cronenberg'in çoğu filmi gibi bu da biraz rahatsız edici, hatta kabus gibi bir film diyebiliriz. Her ne kadar Pattinson, Cronenberg'in 'dünyadaki en tatlı adam, tıpkı kibar bir üniversite hocası gibi' olduğuna ısrar etse de, Maps to the Stars tatlı ya da kibar değil. Eğer Alacakaranlık hayranları gelecekse, kendilerini hazırlasalar iyi ederler.

Hollywood şu zamana kadar birçok kez film yapımcıları tarafından taşlanmış olsa da, Maps to the Stars öncekilerden de ileriye gidiyor - yakın akrabalar arasında cinsel ilişki, piromani*, cinayet, hayvanların ve iki çocuğun ölümü. Karakterler o kadar acayip ki bazen izlemesi zorlaşıyor, aynı zamanda bir Cronenberg filmi olduğu için, komik de sayılabilir; filmde aynı anda hem eğlenmenin hem de rahatsız olmanın tatsız tecrübesini yaşıyorsunuz.

Pattinson'ın rolü küçük olsa da unutulmaz bir rol. Filmin birkaç aklı başında karakterinden biri, kendisi bir limuzin şoförü, gerçi biraz fırsatçı ve ahlaksız ama olsun. İlk önce kişisel asistanla (Mia Wasikowska) bir ilişki kuruyor, sonra da asistanın patronuyla (Julianne Moore) seks yapıyor. Hem de limuzinin arka koltuğunda. Robert bu sahneyi iyi hatırlıyor. "Julianna ile ilk o zaman tanıştım," diyor. "Ve çektiğimiz ilk sahneydi. Yani o sahne, seks sahnesi."

Bu oyunculardan iyi bir performans almak için yönetmenin yaptığı bilinçli bir programlama değil, çekim takvimleri bunu gerektirmiş. Ama Pattinson için bu birtakım zorluklar yaşatmış. Sorun hiç tanımadığı birisiyle seks sahnesi çekmesi de değil - gerçi pek hoş bir seks sayılmaz, homurtulu köpek misali, iki taraf da zevk alıyor gibi görünmüyor - o sırada Robert en gergin anlarından birini yaşıyormuş. Performans endişesi de diyebilirsiniz, sadece 'o' anlamda değil.

"Terlediğimi fark ettim," diyor. "Bayağı bir terleme yani." O konu çoktan açıldı, tükürük hikayesinden bahsediyorum. Robert'ın da salgılarla ilgili amma macerası varmış. İşler zorlaşınca, ter bezleri faaliyete geçiyor. Şu durumda konuştuğumuz şey kaşların ortasından süzülen ter değil, bayağı sırıl sıklam terlemek sanki sıtma hastalığı varmış ya da Manaus'ta futbolcuymuş gibi. "Onun [Julianne] sırtına dökülen ter damlalarını yakalamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Garip bir durumdu. Sıçrayan koca damlalar. Bir ara dönüp bana 'İyi misin?' diye sordu." (Alakası yok ama Robert, Maps to the Stars setinde meditasyona başlamış.)

Julianne Moore, rakip aktrisin oğlunun boğulduğunu duyunca mutluluktan havaya uçacak kadar sefil bir film yıldızı Havana Segrand rolüyle bu yıl Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı. Karakter bir sahnede tuvaletini yaparken asistanını (ya da hizmetçisi mi demeli) kendisini izlemesi için davet ediyor. "Julianne'in canlandırdığı karaktere benzeyen birçok insanla tanıştım," diyor. "Kötü biri olduğunu düşünmüyorum. Bana sadece çaresiz ve üzgün biriymiş gibi geliyor. Belki benim ahlak anlayışım çok geniştir!"

Şu zamana kadar gördüğün en kötü davranış neydi?

"Bir sürü var... Bu camiadaki insanların bu kadar çabuk değişebilmeleri şaşırtıcı. Daha önce hiç film seti bile görmemiş bir adam vardı. Sonra üç gün boyunca elindeki su şişesini birinin gelip almasını [uşaklık etmesini] bekledi. Tam üç gün boyunca. Bazı insanlar da böyle oluyor işte."

Diğer insanlar buna bir şey demiyor mu yani?

"E yani evet, bu öyle yok sayabileceğiniz bir durum değil. Küvette sahne çeken bir aktris vardı, havanın ne kadar sıcak ya da soğuk olduğundan şikayet edip duruyordu. Sonra da herkes küvete işedi ve koku çıkmasın diye de banyo köpüğü koydular! Bu tarz şeyler olabiliyor. O yüzden şikayet etmekten kaçınıyorum, kimsenin üzerime işemesini istemem."

Robert'ın evinde öğle yemeği yememize imkan yokmuş (kendisine sorduk). Pek hoşuna gitmiyormuş bu tarz şeyler. "İnsanlar gösteriş olsun diye gazetecileri evlerine davet ediyorlar," diyor. "Ama evim benim kişiliğimi yansıtmıyor. Eşya falan da yok zaten! Biraz psikotik görünüyor." 1 yıldır Mulholland Drive yolu üstünde kiralık bir evde oturuyor, dediğine göre garip ve biraz da bunaltıcı bir yermiş. "Zaten zamanımı çoğunlukla tek bir odada geçiriyorum."

Gerçi bundan önce de Los Angeles'ın merkezinde vadilerin, tepelerin ve tüm bu tarz moda şeylerin bulunduğu o harika mahallede, Griffith Park'ta bir evi vardı. Fakat Robert Pattinson bu tarz şeylerden pek zevk almıyor: O vadilerde muhtemelen iki kez falan yürümüştür ve elbette her zaman olduğu gibi o cool barlara gitmekten de kaçınmıştır. "Çok göz önünde olan yerlere gidemem," diye omuz silkiyor. "Onun yerine ufak garip restoranlar bulmam lazım. Aslında onlar çok daha güzeller. Boş barları da seviyorum, aslında boş olan herhangi bir barı."

Eski evini çok severmiş. Gördüğü anda vurulmuş o eve. "Bahçesi o kadar büyüktü ki her gün çalışanların gelip bahçeyle ilgilenirdi ve bazen onları unuturdum," diyor. "Yani havuza çıplak gireceğiniz tutsa orada bahçeyle ilgilenen bir görevli olurdu, selam!"

Eğer paparazzilerin bu kadar gözdesi olmasaydı hala o evde oturuyor olabilirdi - ya da dünyaya Robert Pattinson olarak gelmeseydi. Fotoğrafçılar hep etrafındaydı. "Kapıya gelen, zili çalan herkesi fotoğraflayıp takip ediyorlardı," diyor. "Bir keresinde asistanımı kendim gibi giydirip arabayla bir yere göndermiştim, yaklaşık 5 araba falan saatlerce onu takip etmişti"

Bu yüzden evini bu yılın başlarında 6.37 milyon dolara sattı ve bir süre boşta kaldı diyebiliriz. Toronto'ya taşınmayı düşünmüş ama malum, Toronto'nun "inanılmaz kışları". New York da olabilirmiş ama "sürekli çalan kornalar beni deli ediyor." Ve Los Angeles'ta 7 sene geçirdikten sonra Londra'ya taşınmak da pek aklına yatmamış.

"Arkadaşlarım çocuk sahibi olup yuva falan kuruyorlar, yani hayatları tamamen değişti," diyor. "Bir şeyler başarmayı gerçekten isteyen insanları seviyorum. Ama İngiltere'de bu o kadar zor ki insanlar hemen vazgeçiyor."

Yani Los Angeles kazandı. "Her gün güneşli bir güne uyanmak benim için çok şey ifade ediyor," diyor. "Buradaki o rahatlığı seviyorum." Fakat bu defa otuduğu ev, kapısı olan bir site olmalı ama ne gariptir ki Los Angeles'ta onlardan çok fazla bulunmuyor. "Neredeyse her ev 25 milyon dolar falan, hepsi de koca bir şato gibi," diyor. Olay para değil, olay evlerin büyüklüğü. Dediğine göre son evi Versay Sarayı gibiymiş ama Robert artık biraz daha yalnız bir hayat sürüp hobileriyle ilgileniyor. Şu anki tek savurganlığı 17 gitardan oluşan koleksiyonu.

O yüzden şu an oturduğu evi kiralamış. Ve kapılar ona büyük rahatlık sağlıyormuş. Ayrıca, yan komşusu da Death Row Records'un eski CEO'su Suge Knight'mış. Evet, bahsettiğimiz kişi Compton'ın Bloods çetesinin değişmez üyesi, kavgada kendini savunabilen ve cezaevinden nasibini almış Suge Knight'ın ta kendisi. "Çok hoş birisi!" diyor Robert. "Onu çocuklarıyla kovalamaca oynarken falan gördüm. Küçük tatlı bir kulübede yaşıyor, oldukça zevkli görünüyor!"

Pattinson'ın bu kadar ünü geniş bir zamanda elde etmediği çoğu zaman unutuluyor - kendisi bu sektörün ortasına adeta atıldı. Nasıl olduğunu hayal etmeye çalışın.

Sırf güzel kızlar var diye şehir tiyatrosunda oyunculuk yapan 15 yaşında Londralı bir çocuk olduğunuzu düşünün. Anneniz mankenlik ajansında menajer, babanız ise eski tarz arabalar satıyor, siz de içten içe şarkıcı olmak istediğiniz için Bad Girls isimli bir grupta çalıyorsunuz. Harry Potter ve Ateş Kadehi'nde bir rol almanıza rağmen henüz aktör olarak ününüz yayılmış değil. Belki siyaset metinleri yazmak sizin için daha uygun bir iştir? Ama ajansınız sizi Post Grad isimli romantik komedi filmi seçmelerine katılmanız için Los Angeles'a gitmeye ikna ediyor, siz de gidiyorsunuz, seçmelere katılıyorsunuz ama rolü alamayıp yıkılıyorsunuz. Daha 21 yaşındasınız ama şimdiden kariyeriniz bitmiş gibi hissediyorsunuz.

Ajansınız başka bir film seçmesinden bahsedince, peki tamam deyip kabul ediyorsunuz, zaten kimsenin de sizi kabul ettiği yok. Film vampirlerle ilgili ve yönetmen çoktan 5.000 tane oyuncuyu denemiş. Ayrıca: film için biraz büyüksünüz. Ama kim bilir, belki bu da yönetmenin diğer filmi Thirteen gibi iyi bir şey olur.

Ve sonra gayet normal başlayan proje Bieber çılgınlığına dönüşür. Siz istediğiniz kadar aynı kalmaya çalışsanız da etrafınızdaki dünya sonsuza dek değişmiştir.

"O zamanları hatırlıyorum," diyor. "Los Angeles'ta davetli listesine girmek için önceden aramanız gereken kulüplere falan gidiyordum. Ama bir keresinde aramayı unuttuğum halde listedeydim. O zaman anlamıştım. Tişörtümde hardal lekesiyle gittiğim de bile oradaki adamlar bana göz kırpıp 'Evet dostum sen de listedesin,' demişlerdi."

İşte tüm bu çılgınlık o zaman başladı - bitmeyen çığlıklar, basının yaptığı tahrikler, mahremiyetin yok olup gitmesi. Kristen Stewart'la çıkması da ona pek yardımcı olmadı. Alacakaranlık hayranları zaten kurguyla gerçeği birbirinden ayırmakta sorun yaşıyorlardı, bir de bu onların kafasını daha da karıştırdı. Asıl olayı biliyorsunuz zaten - Kristen Stewart'ın Rupert Sanders'la yaşadığı olay.

Tüm bunlarla beraber, K-Stew ve R-Pattz olayı büyüdü gitti. Oyuncuların birbiriyle çıkması alışılmadık bir durum değil - ikisi de garip bir durumda çalışıp yaşıyorlardı, ikisi de çok yoğundu ve fazla eşelenip duruyorlardı. Ve olay ihanetle sonuçlandı.

"Arada olur böyle şeyler, bilirsin ya," diye gülüyor Pattinson. "Biz genç insanlarız... normal yani! Hem zaten kimin umrunda ki?"

Belli ki bayağı bir insan umursuyor, garip olan da bu.

"En zor olan da olayın ardından hala bu konu hakkında konuşmak. Çünkü başka insanlardan bahsettiğinizde, fark etmeden onların hayatını etkilemiş oluyorsunuz. 'Doubt' filmindeki o ünlü sahneyi bilir misiniz, hani adamın [2008, Philip Seymour Hoffman tarafından canlandırılan rahibin] dedikoduların nasıl yok edileceğinden bahsettiği? Yastık tüylerini gökyüzüne fırlatıp sonra onları tek tek toplamaya çalışıyorlardı."

Ünlü olduktan sonra hayatının büyük hasar alması ne acı. Şöhretin insanlara, özellikle de genç insanlara zarar verdiğini varsayarsak, Pattinson da bu olaydan nasibini almış olmalı.

Ama öyle bir şey yok. Gerçekten yok. O, tecrübelerinin her zaman gerçeküstü olduğunu ve şöhretin kendisiyle alakası olmadığını düşünüyor. Gerginliklerine rağmen kendini hemen belli etmeyen güçlü bir yanı var. Kazandığı tecrübeleri eğlenerek izleyen biri gibi Alacakaranlık olayından sıyrıldı, hayranlık duyulmak nasıl bir şey, tam tersi nasıl bir şey, ikisini de görmüş oldu. Belki çok kolay olmadı ama, o kadar zor da değildi. "3 yıl önce falan acaba nerede kalsam, acaba nerede kapana kıstırılmadan yaşayabilirim diye düşünüp duruyordum. Ama atlattım. Sonuçta çok da büyük bir olay değilmiş. Zaten bunların yarısı kafanızda oluşan kurgular oluyor."

İngiliz erkeklerine özgü bir dayanıklılığı var. Tüm bunları atlatırken rehabilitasyona ya da terapilere ihtiyaç duymadı. Kendi kavrama yeteneğinden gayet emin. "Kötü hissettiğim zamanlarda beni neyi mutlu edeceğini biliyorum," diye sırıtıyor. "Arkadaşlarımı kıskandıracak şeyler yapıyorum. Bayağı da işe yarıyor!" Gülüyor. "Onlara David Cronenberg'le çalıştığımı söylüyorum, onlar da 'Harbi mi?' diye tepki veriyorlar. Buna bayılıyorum."

Pattinson'ın The Rover'da ne kadar beğenildiğini öğrendiklerinde arkadaşları bayağı bir kıskanabilirler. Tartışmasız şu zamana kadarki en iyi performansı ve ona 'ifadesiz' sıfatını yakıştıran eleştirmenlere de çok güzel bir cevap. Gerçek yaşantısında oldukça basit birisi olabilir - eşyası olmayan bir evin tek odasında yaşıyor, derin düşüncelere dalıp kendiyle vakit geçirmenin tadına varıyor da olabilir ama bir aktör olarak kendini geliştiriyor.

Pattinson, The Rover'da abisi tarafından ölüme terk edilmiş bir adamı canlandırıyor. Abisinin Guy Pearce'in arabasını çalmasıyla, Pattinson ve Pearce onu bulmak için yola koyulurlar - Pearce arabasını bulmak için, Pattinson ise neden terk edildiğini anlamak için. Karakteri ise bariz şekilde özürlü. Filmde Pearce ona 'Nesin sen, aptalın teki mi?' diye sorduğunda Pattinson'ın tek yaptığı boş zayıf gözlerle ona bakıp istemsiz hareketlerle dili sürçerek cevap vermek. Her şeyi bir seferde anlamıyor olabilir, ama en azından çabalıyor, değil mi?

"Ben onu kafamda öyle canlandırmamıştım," diyor. Karakterini, dönüp dolaşıp tacizcisine dönen hırpalanmış bir kadın misali, ciddi manada zorbalığa uğramış biri olarak görüyor. "Kendisine ufacık bile saygısı yok, hayatı boyunca o kadar eleştirilmiş ki ne zaman ağzını açsa yine birisinin onu susturacağından korkuyor."

Filmin çekimlerinin yapıldığı yerse inanılmazdı: Adelaide'den 9 saat, şehirden 150 km uzaklıkta, hiçliğin ortasında bir yer. İki aktör, 50 nüfuslu bir köyde, pencere ve sineklerle dolu bir nakliye konteynerinde yaşıyordu. Sıcaklık genelde 49 dereceyi buluyordu. Kangurular ise etrafta araç görmeye hiç alışık olmadıkları için araçların önlerine atlayıp duruyorlardı. "Ekibin yarısının arabasının ön camı sıçramış kan lekeleriyle doluydu," diyor. "Bu biraz tehlikeli. Kangurular ön camınıza atladıklarında delirip içeri doğru sizi ölümüne tekmeliyorlardı."

Robert orayı çok sevmiş. David Michôd, LA Times'a verdiği röportajda "Daha önce hiçbir aktörü Robert'ın sokakta tek başına yürüken gördüğüm kadar mutlu görmemiştim. Neredeyse hoplayıp zıplıyordu," diyor. Orada onu kimse tanımıyordu. İstediği her yere gidebiliyordu. O taşralar ona çok yaradı, söylediğine göre hala çok özlüyormuş. "Yerlilerinin konuştuğu dili unuttum ama mesela 'dün' veya 'yarın' kelimelerinin karşılıkları yoktu. Bir de bir tane adam vardı, tüm gün etrafında dolaşan sineklerle oturur, sete çağrılmayı beklerdi. Hiç diyalog kurmazdı. O ortamda ruhunuzla bütünleşiyorsunuz. Yani zaten yapacak hiçbir şeyiniz olmuyor. Öyle toplantı için falan şehrin karşı tarafına geçmeniz de gerekmiyor!"

Bir anlığına durup kuşları dinliyoruz. İyi vakit geçirdik. Balığı silip süpürdü, birayı da öyle - tam üç tane, gerçi pek kötü değil, özellikle bu şehirde. Burası taşralar gibi olmasa da sessizdir. Robert da sessizliği seviyor. Basit adam Pattinson. En net ve hassas performansını sunduğu The Rover'da hiç gerilip gerilmediğini soruyorum. Belli ki 49 derece sıcaklıkta az terlememiş. Bir dakikalığına düşünüyor. "Hayır."

Ve telefonu çalmaya başlıyor. "Pardon, muhtemelen şey arıyordur..." Bir ses duyuluyor. "Hadi dostum, gitme zamanı." Robert gülüyor. "Bir toplantı için şehrin diğer tarafına gitmem lazım."

*piramoni: Yangın çıkarma hastalığı.

Blogumuz adına çeviriyi yapan: Nur Güven
Kaynak linki belirtilmediği sürece blogumuzdan çeviri alınması kesinlikle yasaktır.
Esquire UK/via

5 yorum:

  1. Manyak :D Emeğinize sağlık ♥♥♥♥

    YanıtlaSil
  2. Haha aynen! Teşekkür ederiz ♥

    YanıtlaSil
  3. Çok samimi olduğu röportajlardan biri daha :) Çok çok teşekkürler ellerinize emeğinize sağlık ♥

    YanıtlaSil
  4. Robert insallah yasamak istedigin hayati en kisa zamanda bulursun ve sende arkadaslarin gibi sicak , uzun , huzurlu bir yuva kurarsin. :)) Elwiens tesekkurler...

    YanıtlaSil