3 Eylül 2011 Cumartesi

"Kayıp Çocuk" Elle İngiltere Röportajı


KAYIP ÇOCUK

Robert Pattinson’ın yansıttığı star ışığı ve düşünceli halinden daha fazla nesi olabilir ki? "İddiaya var mısınız?" diyor Hermione Eyre.

Öğle ortasının çılgın güneşi altında Los Angeles, Fox stüdyolarına vardım. Güvenlik görevlisi bana, “Doughnut’a ulaşana kadar dümdüz ilerleyin” diyerek 12 ft uzunluğundaki Homer Simpson heykelinin yakınlarında bir yeri gösteriyor. “Doğruca Star Wars resmi olan duvarı geçip penguenlere ulaşana kadar ilerleyin. Penguenlerle karşılaştığınızda orada violin şeklindeki ağaçlığı göreceksiniz. Bay Pattinson’ı orada bulabilirsiniz?" İşte bu Robert Pattinson’ın yaşadığı çılgın dünyası. Pazar günü olmasına rağmen bir son dakika seslendirmesi için stüdyoda, mekan ona özel olarak kapatılmış çünkü kendisi rakamsal olarak en çok kazanan İngiliz aktör (13 milyon Sterlin’lik kazancıyla geçen yılın Sunday Times Zenginler Listesi’ne girdi). Alacakaranlık Efsanesi filmlerindeki korkutucu vampir performansı sayesinde Uluslar arası genç idol haline gelen genç oyuncu yeşilliklerle kaplı Barnes/ Batı Londra’da büyüdü. O Facebook jenerasyonunun Keanu Reeves’i, Twitter çağının ise Leonarda DiCaprio’su. Onun saçlarını kesmesi ya da bir bira içmesi bile fanlar tarafından binlerce yoruma maruz kalıyor. Kısa bir takma adı bile oldu; Rpattz. Canlandırdığı karakter Edward Cullen sonsuza kadar 17 yaşında kalmaya mahkum edilsede Pattison büyüyor ve yoluna devam ediyor.


Gişe rekorları kıran seri filmler bir kenara; Robert, bakış açısını filmlerine yansıtan David Cronenberg tarafından yönetilecek olan Don DeLillos’nun Cosmopolis’ini çekmeye hazırlanıyor. (“Romanı okumak inanılmaz uzun bir şiiri okumak gibiydi, film ise tamamen farklı olacak” diyor Pattinson ilgiyle.) Bu yıl başrol oynadığı iki tane filme imza attı, ilki Reese Witherspoon’la beraber çektiği destansı sirk hikayesi Water for Elephants ve ikincisi ise Uma Thurman’lı kadrosuyla Guy de Maupassant’ın romanı Bel Ami’nin film uyarlaması. Kendisinin bize söylediğine göre yaşlı kadınlar onun için yeni bir şey değil: “Ergenliğimde çıktığım bütün kızlar benden büyüktü. 17 yaşındayken çıktığım ilk kız arkadaşım 26 yaşındaydı. Kadınların yaşı büyük olduğunda her zaman daha ilginç görünüyorlar.” Çok fazla şey bildikleri için mi? “Sanırım. Daha gençken biraz serseri olduğumu düşünüyorum. Ne kadar genç olduğum konusunda insanları sinirlendirmeye bayılıyordum. Bir kadınla beraber bir odaya girdiğimde bütün insanların bize bakıp ‘Beraberlermiş gibi görünmüyorlar,’ demesi hoşum gidiyordu.”

Eğer o bahsettiği kadınlar iyi giyinen kişilerse, o zaman insanlrın neden bu kanıya vardıklarını anlayabilirim. Pattinson, bugün, eski ama kaliteli güneş gözlükleri, siyah tişört, siyah sweatshirt, siyah kot pantolon giyinmiş ve traşsız haliyle sanki yataktan kalkıpta kapıda onu bekleyen bir araç bulmuş gibi bir görüntü sergiliyor. Bu olayın onu başına sık sık geldiğini düşünüyorum. Sigarasını, laptop ve anahtarlarını masaya koyuyor ardından kendi tembelliğine iç çekiyor. “Benim için en ideal iş haftada bir gün olmalı. Oyunculuğa ilk başladığımda zamanlarda yılda sadece bir film çekiyordum. Bu üç ay sürüyordu. Geriye kalan zamanda ise hiçbir şey yapmıyordum ama aynı zamanda yeterince param da oluyordu. O boş zamanlarda hergün bütün gazeteleri okuyordum. Bir ton DVD almıştım… Bu, gerçekten harikaydı.” Elmacık kemiklerini belirginleştirecek şekilde kocaman gülümsüyor, göz kapakları kapanıyor, kibar ve biraz kedi gibi; James Dean’in kendinden nefret etmeyen haline benziyor.


Şu anda 24 yaşında, ama ne ironiktir ki canlandırdığı vampire has olan sonsuz gençliği yansıtırcasına daha genç görünüyor. Stüdyoya sipariş edilen favori yemeğini gördüğünde yüzü aydınlanıyor. Tavuk Kebabı. “Basit şeyleri severim,” diyor. Sevimli, şaşkın, çabucak gülen, kahkaha atan, aynı zamanda tamamiyle mutlu görünmeyen bir çocuk. Ama O her zamankinden daha mutlu göründüğünü söylüyor. Eskiden rahatlamak için şarkı yaparmış (şarkıları Alacakaranlık film soundtrackinde yer almıştı) ama uzun zamandır böyle bir şeye gerek duymuyor. “Şarkı yapabilmek için inanılmaz şekilde depresif olmam lazım ve şimdi öyle değilim. Sabah ağlayarak uyandığım zaman şarkı yazmak isterim. Neden ağladığım hakkında hiçbir fikrim olmaz, ama kendi kendime üzülürüm…” diyor kahkaha atarak.

Bir gecede oluşan bu küresel başarının ağırlığı kaçınılmaz. Takipçisi olan bu kalabalık onun seçimlerini pek çok yönden kısıtlıyor. “Londra’da bir yerlerde tiyatro yapmak isterdim,” diyor. “Ama bunun bir ‘NSync konserine döneceğinden korkuyorum. Ya da insanlar Alacakaranlık’la ilgili bir şeyler umarak geleceklerdir. Şimdiye kadar oynadığım az sayıda tiyatro oyundan biliyorum ki, izleyiciler genellikle sizin başarılı olmanızı isteyerek salona gelmiş oluyor ve siz bundan olumlu bir güç alıyorsunuz. Ama film galalarına gittiğimde, oradaki kalabalık daha çok sizi çekiyor sizden bir şeyler istiyorlar. Her galadan sonra tamamen tükenmiş, enerjim boşalmış hissediyorum. Her gece sahnede bu tür bir deneyim yaşamak oldukça garip ve yorucu olurdu.”

Bu korkulara rağmen, tüm bu hayranlığın gerçekte kendisine duyulan bir şey olduğunu inkâr ediyor. Kendisi bu çılgınlığın yaşanmasını sağlayan basit bir figür olarak adlandırıyor. “İnsanların oraya çıldırmak için bir neden ararcasına gittikleri o kadar açık ki. Normalde caddede durup öylesine çılgınlar gibi bağırıp, çığlıklar atamazsın. Ama bir Alacakaranlık etkinliğinde gittiğinde arkadaşlarınla bir araya gelir ve tüm bu çılgınlıkları yapabileceğin bir ortama sahip olursun.” Bu tür ılımlı bir düşünce tarzı muhtemelen onun akıl sağlığını için en iyisi. Bununla birlikte biraz gurur bu işin olmazsa olmazı, Pattinson tişörtsüz olarak çekeceği sahneler için “saatlerini spor salonunda geçirerek hazırlanıyorum. Protein ağırlıklı şeyler dışında pek bir şey yemiyorum. Ama bunu tüm hayatın boyunca nasıl devam ettirirsin anlamıyorum. Çekeceğim sahneler bittikten sonra spor yapmaya devam etmeyeceğim. Karın kasların olmadan aktör olamazsın düşüncesi bana çok saçma geliyor,” diyor.

Pattinson, şu günlerde haftanın altı günü film çekiyor ve bir sosyal hayatı ya da kendine ait bir evi yok. “Los Angeles da neredeyse bir ev alıyordum ama kontratı imzalamadan 20 dakika önce korkmaya başladım. Yani bir ev sahibi değilim, gerçek anlamda bir evim bile yok. Hayatınızda sabit bir şeyin olmaması bazen insanı çıldırtıyor. Yakında bu çılgınlığın düzene gireceğini umut ediyorum. Ama çok yakında değil, önümüzdeki birkaç yıl içerisinde ve o birkaç yılı da farklı yerlerde film çekerek geçireceğim. Bir köpek sahibi olmam gerektiğini düşündüm. Böylece köpeğim neredeyse evim de orası olacaktır.”

Louisiana’daki bir hayvan barınağından bir Alman çoban köpeği-pitbull kırması olan Bear’ı evlat edinmiş. “Bear’ı bulduğumuzda uyutulmasına iki gün kalmıştı. Biz onun ölüme bu kadar yaklaşmış olmasından travma geçirdiğini düşündük.” Biz derken? Bu tek başına girişilen bir kurtarma operasyonu muydu, yoksa Pattinson elflere benzeyen rol arkadaşıyla beraber mi bu işe girişmişti? Uzun zamandır Kristen Stewart’la ilişkileri olduğuna dair söylentiler var ama bir köpeği beraber evlat edinmek işin ciddileştiği anlamına geliyor. “Şey…” gergin görünüyor. Bear’ın tek ebeveyni mi olacaksın? “Hı, evet, yani sanırım.” Kristen’la olası evlilikleri hakkında çıkan söylentiler doğru değilse o zaman olay ne? “Hayır, doğru değil. Bana sadece ‘Napa Valley’ denilen yerde evlenebileceğimi söylediler. Aslına kulağa hoş geliyor, bir gün orada evlenebilirim.”

Kstew ve RPattz arasındaki bu ilişkiyi saran belirsizliğin (Birlikteler mi? Değiller mi? Bu bizim umurumuz da mı? Kesin olan tek şey var o da bu konuda her ikisinin de cevabı ne evet ne hayır.), birlikte yer aldıkları vampir filmine büyük getirileri var. Ona bütün bu olayların yapım şirketi tarafından üretilmiş olabileceğini ima ediyorum. “Hayır,” diyor kibar ama ciddi bir tonla. “Hayır, değil. Ama yapımcıların böyle bir şeyi denemelerini isterdim. Eğer onlar benim özel hayatımla uğraşmaya kalkışsalardı karşılığında bende onlarla uğraşırdım. Yinede hayır, ortada bu tarz çirkin bir şey yok, ben sadece fotoğraflarımın çekilmesinden hoşlanmıyorum. Sizin hayatınızın başkasına haber malzemesi olarak sunulması hiç hoş değil. İyi bir gün geçiriyor olsanız bile, sonunda birileri fotoğrafınızı çekiyor, “Bakın ne kadar iyi vakit geçiriyorlar!” diyor. İşte o anlarda “O anlar senin iyi anların değil” diye düşünüyorum. Böylece anlıyoruz ki Pattinson, halkla ilişkiler stratejisi üzerinde dikkatli çalışmamış. “İnsanlar bunun bir reklam kampanyası olduğunu ve bizim her şeyimizi organize eden insanlara sahip olduğumuzu düşünüyorlar. Ama öyle değil. Etrafınızda sihirli insanlar yok – yalnızca tek başına sen varsın. Her şeyi kendin yapmalısın.”

Bazı çılgın Hollywood deneyimleri rağmen –örneğin Will Smith’in Oscar töreninde ödül sunmak için sahneye çıkmadan hemen önce yanına gelmesi ve “Komik olmaya çalışma. Aklından bile geçirme. Yalnızca havalı ol.” Diyerek tavsiyede bulunması gibi.- Pattinson, şöhretini çok da eğlenceli bulmadığını söylüyor. Hollywood gençlerinin bununla nasıl başa çıktığını öğrenmiş mi acaba? Neden ortalıkta birileriyle takılıp, aylak aylak dolanmıyor? “Çevremde bir sürü kameralı telefon kullanıcısı varken istediğimi yapabilmem imkânsız. Bunu yapamam. Eğer bir gecede dört bira içersem ertesi günümü mahfetmiş olurum. Yıldızların bunu her gece nasıl yaptıklarını anlamıyorum.” Diyor duraksayarak ve devam ediyor. “Kokain, olmalı.”

Eline geçen her senaryoyu ailesine okumaları için gönderiyor, ("Sektörün içinden gelmedikleri için olaya farklı bir açıdan bakıyorlar ve güzel tavsiyelerde bulunuyorlar. Babam her senaryoyu Jaws ve Superman ile karşılaştırıyor…” ) ve hala çocukluk hayvanı olan West Highland teriyeri Patty Pattinson isimli köpeğini özlüyor. “göbek adı ‘Pat’di” diyor.

Bu onun hayranları tarafından çekici bulunmasına engel olacak bir şey değil ama o aşırı yufka yürekli. Water for Elephants filminde oynamayı kabul etme nedeninin gri renkli, buruşuk fil Tai olduğunu söylüyor. “Geçen gün onu gördüm ve beni hatırladı; şey, yani en azından ben öyle düşündüm. Başında yeni bir başlık vardı ve ona “Hoş şapka, Tai,” dedim o da buna karşılık hortumunu başının üstüne doğru kaldırdı. O harika bir şey.” Kazandığı onca paradan sonra yaptığı en büyük müsrifliği sorduğumuzda, “Bu saçma gelecek biliyorum ama köpeğim, genelde küçük köpeklerin yakalandığı ‘parvo’ isimli bir hastalığa yakalanmıştı. Veterinere gidip “en iyi tedavi neyse onu yapmanızı istiyorum,” demek büyük bir rahatlıktı.” Diyor.

Water for Elephants filmi Amerika’da yaşanan Büyük Buhran döneminde geçiyor ve Pattinson’ın performansı zamanın duygusuna uygun şekilde kontrol ediliyor. “Gary Cooper filmlerini izledim ve onun duruşunu, sakinliğini inceledim. O zamanlar kamera teknikleri şimdiki gibi olmadığından gerçekten hareketsiz durmanız gerekiyordu. Oyunculuk daha çok sesinizle yapılan bir şeymiş. Ayrıca benim oynadığım karakter bir veteriner ve sakinlik onun doğasında var tıpkı sürekli hayvanların çevresinde olan diğer insanlar gibi.” O ve Reese Witherspoon filmde aşık bir çifti oynuyorlar; onun standartlarına göre 10 yıllık yaş farkının hiç önemi yok. “Aslında Reese benden o kadar da büyük değil,” diyor nazikçe. Water for Elephants onun için dönüm noktası olmayacak –ama onun gençlik idolü olmasını sonlandıracak bir film- tıpkı büyük bir şevkle Dali’yi canlandırdığı Little Ashes filminin bir dönüm noktası olmadığı gibi. Ama Pattinson, kademe kademe “Göze Çarpan” oyuncu etiketinden sıyrılıyor. Bir süre daha asılsız haberlerinin kaynağı olarak kalması kaçınılmaz. “dedikodu dergileri pek çok filmden daha çok hasılat yapıyor,” diyor pişmanlıkla, sözünü keserek araya giriyorum. “Senin filmlerinden çok değil,” (Alacakaranlık Efsanesi 1.12 milyon £’lık bir hasılat yaptı dünya genelinde.) “Tamam, öyle olsun.” Diyor gülerek.

Her şey böyle görünse bile Robert Pattinson hakkında yitip giden ufak tefek şeyler var. “Hiçbir zaman istediğimi elde edemedim,” diyor iç çekerek ve bahsettiğimiz şeyi vurgulayarak. Köpeği hasta, bir evi yok ve satır aralarından anladığımız kadarıyla aşk hayatı da pek parlak değil. Kişiliğinin bu aşırı romantik ve huzurlu yanı onun daha da arzu edilmesini sağlıyor. Tanrıya şükür bu, multi milyoner sinema oyuncusu olması gerektiğini gibi kendinden memnun değil; kendinden memnun olsaydı işte o zaman çekilmez olurdu. O bu haliyle bile hala yabancı, yumuşak, ılımlı ve alçak gönüllü. Kabuğundan çıkmayı bekleyen biri gibi.


Robert’in en sevdiği albümler listesinin ilk üçü…

1. Moondance, Van Morrison
2. Night Train, Oscar Peterson
3. Abbey Road, The Beatles

dergi taramaları;

imagebam.com imagebam.com imagebam.com imagebam.com

RPLife

1 yorum:

  1. Bu röportajlarını okuduktan sonra daha çok seviyorum Robert'ı.
    Elinize sağlık :)

    YanıtlaSil