13 Temmuz 2014 Pazar

'The Rover' Film Eleştirileri



Radikal:  Kuru ve sıcak...

Tarkovski'nin 'Stalker'ini bir aksiyon filmi ile karıştırır, biraz da Ahd-i Atik intikamcılığı katarsanız, 'Takip' gibi birşey çıkabilir; 'Arabamı alırsan kardeşini alırım!!!'

Tozlu, çorak bir arazide bir adamın arabasını çalan birkaç başka adamın başlattığı olaylar, birinci adamın inatla onları takipe etmesiyle devam ediyor. Yakın gelecekte bir ekonomik çöküş sonrası olduğunu öğrendiğimiz bir zaman diliminde, müflis bir doğa parçasında filmdeki adamlar kıyasıya birbirlerini kovalıyorlar. Bir takım tuhaf, 'Lynchien' duraklara uğruyorlar o arada vb.

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
 
Fatih ÖZGÜVEN


___________________________________________________________________


Akşam: Pattinson’un Leo sendromu

Bu hafta vizyona giren ‘Takip’ filminde Robert Pattinson, kirli sakalı, sert bakışları ve asabi tavırlarıyla dikkat çekiyor ama ünlü aktörün üstündeki önyargılar hâlâ sürüyor. Buna ‘Leo Sendromu’ demek mümkün. Brad Pitt’in de daha kısa süreli yaşadığı bu sendromu örneklerle açıklayalım; Leonardo DiCaprio ile Pattinson’un kariyerlerinin başlangıcı ve gelişimi oldukça benziyor. İkisi de bir ‘ergen idolü’ olarak başladılar kariyerlerine. Genç kız dergileri onların bebek suratlı, bir gram tüy içermeyen suratlarını posterlerine bastı. Leo daha sonra sertleşti, sakal bıraktı ve daha erkeksi giyinmeye başladı. Sonunda her iki cinsiyetten de insanın takdirini kazandı. Pattinson da bu yolda, en azından bu amaçta ama daha başında…

DiCaprio ilk çıktığında bebek suratıyla özellikle genç kızların idolü olmuştu. Bu durumla yaratılan ‘overrated’lık yani değerinin üzerine paha biçilme durumu da tabii ki erkek seyirciyi Leo’dan soğutmaya yetmişti. Yetenekli de bir oyuncu olmasına rağmen, ‘bebek yüzlülüğüne’ yapılan vurgular, bir türlü seyircinin geneli tarafından kabul görmemesine sebep oldu.

Geçtiğimiz hafta vizyona giren ‘Hayatımın En Kötü Gecesi’ filminde bir espri vardı onunla ilgili hatta. Kız, samimiyet testinde soruyor adama: “Pattinson’ı beğeniyor musun? – Pek hayranı sayılmam. – Kapa çeneni! Doğru cevap.” Bu tespit artık diyaloglarla bile sabit hâle geldi anlayacağınız.


Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
 


___________________________________________________________________


Şalom: Müthiş bir kıyamet sonrası filmi

Genç Avustralyalı yönetmen David Machod’un, George Miller’in kült filmi ‘Mad Max’i anımsatan ‘The Rover’ı her türlü kanunsuzluğun hüküm sürdüğü, ekonomik krizin arkasında bıraktığı bir yıkım ortamında geçiyor.

Sergio Leone’nin westernlerini akla getiren film, hayatta tutunacak dalı olmayan bir adamın çalınan arabasını bulmak için yaşadıklarını anlatıyor. Başarısız bir soygun girişiminde yaralı olduğu için olay yerinde bırakılan bir çete elemanı, kahramanımızla kader birliği ederek, beklenmedik bir yolculuğa çıkıyor. Michod, izleyiciyi film süresince tedirgin eden bir kıyamet atmosferini başarılı bir sinematografiyle hissettiriyor. Tommy Lee Jones  ise ‘The Homesman’de western kahramanları üzerinden, günümüz Amerikan toplumunu, şiddete meylini ve zaaflarını eleştiriyor

67.  Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilirken dünya prömiyeri yapılan ‘The Rover’ın kısa sürede Türk izleyicisiyle buluşması iyi oldu.

‘The Rover’ Avustralya çöllerinin itici ve vahşi coğrafyasında geçen, George Miller’in 1979 yapımı kült filmi ‘Mad Max’ı anımsatan, bir kıyamet sonrası filmi.

Filmin yönetmeni, 42 yaşındaki Avustralyalı David Michod ilk uzun metrajlı filmi ‘Animal Kingdom’ ile tanınan bir aktör-senarist-yapımcı-yönetmen.

Bu film 2010’da Sundance Film Festivali dâhil 40’a yakın ödül kazanmıştı. Michod’un dört yıllık bir suskunluk döneminden sonra yaptığı ikinci film olan ‘The Rover’, kanunun hüküm sürmediği, ekonomik krizin arkasında bıraktığı yıkım ortamında geçiyor.

Genç yönetmen Michod, izleyiciyi film süresince tedirgin eden bir kıyamet atmosferini başarılı bir sinematografi ile hissettiriyor.

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
 


___________________________________________________________________


Mümkünmertebe: Kardeşime ne yaptın?!


4.5/5

Anladığımız kadarıyla- önce, dünyayı ayakta tutan ekonomik sistem çökmüş, sonra da demokrasileriyle övünen bütün ülkeler -on yıl içinde- tam anlamıyla anarşiye teslim olmuşlardır..
Öykümüzün geçtiği 'mekân' olan Avustralya'nın kırsalındaki durum -etkisi pek hissedilmeyen askeri bir idareye rağmen- bundan farklı değildir..
Yasaların geçerli olmadığı, ölümün kol gezdiği, 'insan hayatı' değerinin yerlerde süründüğü, ilk sözü de, son sözü de silahların söylediği, daha büyük silahlının, daha güçlünün ya da daha hızlının -bir süre daha- hayatta kalabildiği, berbat bir dünya..
Herkes, diğerleri açısından bir potansiyel suçludur..
Malını kaptırmamak, canını kaybetmemek için uyanık olmaktan başka çare yoktur..
En azından güvenebileceği birileriyle sırt sırta vererek hayatta kalmaya çalışmak, bu alemde tek geçerli taktiktir..
Çalışacak iş de kalmamıştır burada..
Bölgedeki bir madenden falan bahsedilir ama, nedir ne değildir, o da belli değildir..

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
 



___________________________________________________________________


BirGün: Tek umudumuz uzaylı istilâsı...

David Michôd tarafından yazılan ve yönetilen ‘The Rover’ (Takip), arkasına yerleştirdiği post-apokaliptik - kıyamet sonrası hissini pekiştiren Avusturalya’nın kırsal alanlarında geçen distopik bir film. Filmin başrollerinde Guy Pearce, Robert Pattinson ve Scoot McNairy yer alıyor. Ekonominin global çöküşünden sonra, yakın gelecekte geçen film “Felaketten 10 yıl sonra” yazısı ile açılıyor. Farklı ırklardan insanların Avusturalya’ya gelmiş olduğunu ve geçerli para biriminin Amerikan doları olduğunu anlıyoruz ancak dünyanın geri kalanı hakkında net bir şey bilmiyoruz. Başarısızlıkla sonuçlanan bir soygunun ardından kaçan bir çete kaza geçiriyor ve gizemli bir adam olan Eric’e ait olan bir arabayı çalarak kaçmaya devam ediyorlar. Eric, arabasını geri almak için bu çeteyi takip ederken yolda bu çeteden olan Henry’nin, olay yerinde arkada bıraktığı kardeşi Rey ile karşılaşıyor. Ve böylece Eric ve Rey çeteyi bulmak üzere beraber yol alıyorlar. Asıl amaç ise Eric’in arabasını geri almak. Eric’in neden bu denli arabasını geri almak istediğinin cevabı ise filmin sonunda etkileyici bir şekilde cevaplanıyor.

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
 
Tuğçe Madayanti DİZİCİ

___________________________________________________________________


FilmHafızası: Avustralya Kırsallarında “Çöküş” ve İntikam: The Rover

2010’da yönettiği ilk uzun metrajlı filmi Animal Kingdom ile çarpıcı bir suç filmine imza atarak adından söz ettiren Avustralyalı yönetmen David Michod, 67. Cannes Film Festivali’nde yarışma dışı gösterilen ikinci filmi The Rover (2014)’la birlikte bu başarının tesadüf olmadığını kanıtlıyor ve Guy Pearce ile Robert Pattinson’u bir araya getiren, yine suç üzerine dayalı western – post apokaliptik kırması bir atmosfer oluşturuyor.

Michod, Animal Kingdom’da başrollerden birini verdiği oyuncu Joel Edgerton’la birlikte kaleme aldığı bir hikâye olan The Rover’ı tek başına senaryolaştırmış. Açgözlülük nedeniyle yozlaşmış, kirli ve vahşi  bir dünya tasvirini odak noktasına alan film, kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir adamın üç soyguncu tarafından arabasının çalınması üzerine öldürücü bir nefretle harekete geçmesini ve yolda tesadüfen tanıştığı bir adamla çıktığı yolculuğu ele alıyor.

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
 


___________________________________________________________________


T24: ‘Felaketten sonra’ çökmüş bir dünyada...

3 Yıldız

Tuhaf  bir çekiciliği olan kendine özgü bir film. Bir tür yıllar öncesinin (George Miller imzalı) Mad Max serisi gibi duruyor. Ama tüm acemiliklerini de hesaba katarak, farklı ve yer yer özgün bir kıvamda olduğu da söylenebilir.

 “Felaketten on yıl sonra” açılıyor film... Hangi felaket, belli değil. Maksat distopya tarzı bir film yapmak olsun... Tarih ya da ülke önemli mi?

Böylece ıssız Avustralya çöllerinde (çekimlerin kentten ıssız doğaya kaydırılması maliyet açısından akıllıca!), bir avuç insanın olabildiğince sert ve haşin ilişkilerini iziyoruz. Ortada ne devlet, ne polis, ne de yasalar var... Bu herkesin özgür ve herşeyin meşru olduğu, yasal ve toplumsal olduğu kadar ahlaki sınırların da iyice gevşediği bir düzendir.

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
 
Atilla DORSAY

___________________________________________________________________


Habertürk: UMUTSUZ VE KANLI 'TAKİP'

10/6

Başrollerinde Guy Pearce ile Robert Pattinson'un oynadığı "Takip" (The Rover) karanlık bir geleceğe gidiyor ve bize adaletin hükmünü kaybettiği, silahların konuştuğu Avustralya kırsalında geçen bir hikâye anlatıyor

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
 
Mehmet AÇAR

___________________________________________________________________


Filmlovers: "Son zamanların başarılı filmlerinden biri."

4 Yıldız

Çarpıcı bir distopik eser olan Animal Kingdom filmiyle dikkatleri üzerinde çeken Avustralyalı yönetmen David Michôd’un yeni filmi Takip (The Rover) çarpıcı görsel anlatımı ve destansı finaliyle son zamanların başarılı filmlerinden biri.

Anarşinin hüküm sürdüğü distopik bir dünyada, askerlerle girdikleri çatışmadan kaçarken kaza yapan bir grup adamın, Eric’in (Guy Pearce) arabasını çalmasıyla başlayan film Eric’in peşlerine düşmesi ve bu esnada şans eseri Rey (Robert Pattinson) ile karşılaşmasıyla eşine az rastlanır cinsten bir tutarlılıkla oldukça girift bir hikaye kurgusu oluşturuyor.

The Rover’ın bu başarılı hikaye yapısını sonuna kadar kullanan yönetmen oldukça derinlikli ve ayrıntılı bir şekilde yarattığı karakterler sayesinde hem hikayenin tahmin edilebilirliğini kırıp filme olan ilgiyi inanılmaz arttırıyor hem de karakterler üzerinden yarattığı distopyanın toplumsal temellerine dair söylemlerde bulunuyor. Elbette burada Guy Pearce ve Robert Pattinson’ın tek kelimeyle muazzam performanslarına değinmemek olmaz. Çünkü üstlendikler derinlikli karakterleri öylesine filmin atmosferine ve alt metnine uygun canlandırıyorlar ki özellikle yönetmenin sessiz bir şekilde gerilimi tırmandırdığı sahnelerde kusursuza yakın bir çizgi oluşturuyorlar.

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.
 
Kerem DUYMUŞ

___________________________________________________________________


Arka Pencere: Takip

2 Yıldız

Avustralya sinemasının son dönemde en çok ses getiren yapımlarından "Hayvan Krallığı" (Animal Kingdom) ile sektöre oldukça iddialı bir griş yapan David Michôd, hikayesini söz konusu filmde başrollerden birini temsil ettiği Joel Edgerton'la yazdığı "Takip" ile Cannes Film Festivali'ne misafir olmuştu. Avustralya kırsalının ülke sineması için ne denli büyük önem teşkil ettiğini kendisinin de içselleştirdiğini ikinci uzun metrafıyla belli eden Michôd'un derdi, hissiyatını yaşamayı sevdiğimiz bölgeyi daha karanlık bir tona bürümek. Elinizde bunu yapacak, fazla dallanıp budaklamaması gereken bir malzeme de var. Tabii bazen iddiayı oyun dışına çıkartıp olduğundan daha derin göstermemek gerekiyor.

Konusunun ayrıntılarını açık ettikçe filmin kendisini anlatacak durumu geleceğiniz minimallikte bir ana durum söz konusu "Takip"te. Kötü bir gün geçiren, yapmış oldukları işten kötü şartlar altında kurtulup kaçmak zorunda olan bir grup adamın trafik kazası olayları başlatıyor. Issız Avustralya kırsalında yolun kenarında gördükleri başka bir araç hem şans hem şansızlık onlar için. Zira düz kontakla ele geçirdikleri yeni araçlarının, bu duruma çok öfkelenen bir sahibi var. Guy Pearce'in hayat verdiği, Mad Max'in normalize edilmiş hali Eric 'o arabayı geri istiyor'.

"Takip"in merak unsuru bundan ibaret. Bu araba neden bu kadar önemli? Anti kahramanlığın sınırlarını yeniden çizebilecek şekilde şiddet kullanımını normalleştirmiş Eric'in derdi ne? Bu noktada filmin içini dolduramadığı post apokaliptik damara basma mevzuuna eğilmek gerekiyor. "Çöküşten 10 sene sonra" diye başlıyor film. Çöküşün ayrıntılarını bize vermiyor. Sadece Avustralya'yı etkisi altına alan bir süreçten mi, dünya genelinden mi bahsedildiğini bilemiyoruz. David Michôd, yalnızca ülkesinin sinemasının western sosu katılmış gelecek tasvirlerine mi öykünüyor, yoksa başka bir şeyin mi peşinde? Tıpkı Eric gibi, motivasyonu ne?

İnsanoğlunun sürekli yarattığı sistemler ve bu yaratılan hatalı olduğunu ispatlar nitelikteki son bulma anları. Yeni bir sisteme geçene kadar ki kaso ortamı, bu ortamın beraberinde getirdiği öldürme içgüdüsü. Geri kalan şiddetin genel hatlarını belirlediği için hayatta kalma mücadelesi. Bütün bunları anlamlı kılacak, 'çöküş' kelimesinin içini doldurmak hikayesini nihayete erdirecek kararlılıklardan yoksun bir film "Takip". Güneşin kavurduğu kırsal bölgeler, yol kenarlarında kaderlerine terkedilmiş arabalar, neredeyse her biri silahlanmış olan kirli sakallı adamlar yetmiyor 'çökmek' için.

Eleştirinin tamamını buradan ve buradan okuyabilirsiniz. Yazıya döken: elwiens | Yazıyı kopyalayıp paylaştığınızda orijinal kaynakla beraber blogumuzun linkini de belirtin lütfen.

Fırat ATAÇ

___________________________________________________________________


Habertürk: Gelecekte "Vahşi Batı" kanunları...

10/6.5

Stilize geleneğiyle  bilinen Avustralya sinemasında "Hayvan Krallığı" ile parlayan David  Michôd, ikinci filminde kıyamet sonrasında şekillenen kuralsız bir  dünyaya bakıyor. Ekonomik çöküşten etkilenen insanoğlunun şiddete meyletmek zorunda kaldığı, tozların ve silahların 'sefaleti'i vurguladığı hiptonik bir çöl atmosferine uzanan "Takip", Robert Pattinson'ın kendinden çıktığı akılalmaz performansından da besleniyor. 'Vahşi Batı' kurallarının gerçeli olduğu bir coğrafyayı, iyi çekilmiş natüralist bir kıyamet sonrası bilimkurgu filmiyle vurguluyor.

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.

Kerem AKÇA


___________________________________________________________________


Beyazperde: Avustralya kırsallarından minimalist bir hikaye...

4 Yıldız
 

Post-apokaliptik bilim kurgu filmleri için Avustralya’nın 'outback' (kırsal) alanları kadar uygun bir mekan dünyanın başka bir yerinde varmıdır? Mad Max serisinden beri Avustralya’nın kuru, düz, bitmek bilmeyen yollarını ne zaman görsek filmin hikayesi global bir kıyamet sonrasında geçmese bile post-apokaliptik türünü düşünmeden edemiyoruz.

Cesur olduğu kadar hipnotik ilk yönetmenlik denemesi Animal Kingdom ile sinemaseverlerin dikkatini çeken yazar/yönetmen David Michôd, bu mekanın etkileyiciliğini çok iyi biliyor ve içerdiği kıyamet sonrası senaryosuna getirdiği merhametsiz ve karanlık yaklaşım ile türe bir yenilik aşılıyor. 

Bu yapım için bilim kurgu demek zor, spekülatif kurgu türüne oturtmak daha uygun. Spekülatif kurgu, daha geleneksel bir bilim-kurgu hikayesinin tek elementini kullanıp hikayenin bilim veya fantezi tarafına fazla kaçmadan bu spekülatif dünyanın insanlar üzerindeki etkilerini daha gerçekçi bir tonla inceler.

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.

Oktay Ege KOZAK

___________________________________________________________________


ParalelSinema: Bağlılık ve Son Görev

David Michôd'ın Animal Kingdom filminden sonra çektiği ve 67. Cannes Film Festivali Yarışma Dışı Bölümü'nde gösterilen yeni filmi The Rover, Türkiye'de gösterime giriyor. Distopik bir dünya kuran film, Eric'in arabasının madenlerde askerlerle çatışıp, onlardan kaçmaya çalışan üç kişi tarafından çalınması sonucu, Eric'in onların peşine düşmesini konu ediyor. Bu takibi sırasında Eric'e Rey de eşlik ediyor. Aynı zamanda Rey arabadaki 3 kişiden biri olan Henry'nin de kardeşidir.

Eleştirinin tamamını buradan okuyabilirsiniz.

Öner GÜNDOĞDU

___________________________________________________________________


CINEKRİTİK: Çöken toplumun tasviri...

Günümüzde birçok iyi yönetmen var. Ama bazen birisi çıkıyor daha ilk filminde neler vaat ettiği belli oluyor. David Michod ilk filmi Animal Kingdom ile dikkatleri üzerine çekmişti. Dramatik ve gerçekçi filmler yapacağı belliydi. Bu hafta vizyona gren The Rover / Takip ise yönetmenin başarılı kariyerini müjdeliyor.

Öykü belirsiz bir gelecekte geçiyor. Sistem büyük bir çöküş yaşamış. Bu çöküşün 10 yıl sonrasunda yaşanıyor hikaye. Bir çatışmadan çıkan 3 adam kaçmaktadır. Henry, yaralanmış, üstelik kardeşi de bu çatışmada vurulmuştur. Her ne kadar Henry kardeşinin ölmediğini, dönmeleri gerektiğini söylese de diğer iki kişi bunu kabul etmez. Bu sırada araba kontrolden çıkar ve kaza yapar. Şanslarına başka bir araba yolda park etmiştir ve o arabayı çalarak yollarına devam ederler. İşte çalınan arabanın sahibi Eric (Guy Pearce) bunu kabul etmeyecektir. Peşlerine düşer. Bu sırada öldü diye arkada bıraktıkları yaralı kardeş Rey (Robert Pattinson) olay yerinden ağır yaralı bir şekilde ayrılır ve kardeşinin peşine düşer. Eric ile Rey'in yolları bu kovalamacada kesişir. Eric, Rey'in saf hatta biraz zeka engelli olduğunu fark eder. Hayata küsmüş olan Eric bu saf çocuğun iyi niyetinden etkilenir. Hayata karşı umudunu kaybetmişken ona ihtiyacı olan birini bulması Eric'i etkiler. Fakat bu kovalamacanın sonu hikayenin ruhuna uygun olarak hiç de iyi bitmeyecektir...

Sinemada beni en etkileyen şey bilindik bir hikayeyi öyle anlatırsınız ki bambaşka mesajlar içerir aslında alt metin. Bu filme gelecekte geçtiği için bilim kurgu da diyebilirsiniz, çatışma ve aksiyon olduğu için bir suç filmi de ama en doğrusu trajedi demek herhalde. Film gelecekte geçerken tam da günümüzün insanlığının düştüğü hali resmediyor. Filmdeki herkes fakirliği, pisliği, tükenmişliği, günümüz insanının ruhunun durumunu ifade ediyor. Etrafımızdaki bu savaşa, katliama, fakirliğe, açlıktan ölen insanlara rağmen mutlu olmak için çaba sarfediyorsak aslında insanlığımızdan bir şeyleri de kaybediyoruz demektir. Filmin başrolünde oynayan Guy Pearce'in canlandırdığı Eric karakteri hayata bütün inancını kaybetmiştir. Aslında hayat derken insanları kastediyoruz. Eric'in bütün bu kovalamacaya karışmasının sebebi eski püskü arabasının çalınması. Peki bu arava Eric için niye bu kadar önemli? Bu sorunun cevabı filmin finalinde veriliyor. Ve o finali seyrettiğinizde göreceksiniz ki, neyi kaybederseniz kaybedin sevgiye verdiğiniz değer asla azalmıyor. Sevgi kimden gelirse gelsin. İnsalığı tasvir ederken birçok şey söylenir, konuşabilmesi, düşünebilmesi, sosyal bir yaşamı olması, bilim ve ilim üretmesi ama bence en büyük farklılığı bilinçli olarak sevebiliyor olması ve buna duyduğu ihtiyaç, insanlığın en belirleyici unsuru. Bütün  yozlaşmışlığımıza rağmen bu ihtiyacımız kaybolursa, yani sevgiye önem vermezsek işte o zaman biteriz. Guy Pearce birçok filmde başarılı performanslar göstermiştir ama bu filmde bir başka. Hani Oscar için yarışsa benim Oscar'ım onun olur. Öyküde saf Rey'i canlandıran Robert Pattinson ise beni çok zorladı. Genel itibarıyla performansı beğenilecektir ama aynı zamanda Leonardo DiCaprio'da hissettiğim şeyi onda da hissediyorum. Kendini iyi oyunu olmak için o kadar zorluyor ki performansı hep bir sunilik taşıyor. Ne yazık ki oynadığı hep belli oluyor. Bu konuda Guy Pearce ve Robert Pattinson'ı filmde karşılaştırmalı olarak izleyin. Doğal bir yetenek ile zorlama başarı arasındaki farkı göreceksiniz. Buna rağmen Pattinson'ın da en iyi filmi olduğunu söylemeliyim The Rover'ın. Cannes'da yarışma dışı olarak gösterilen filmi kaçırmamanızı öneririm. Biraz zorlayıcı bir film ama bu kadar zorlanmaya da ihtiyacımız var. Yoksa farkındalığı nasıl sağlayacağız?

Cinedergi/Serdar AKBIYIK
Yazıya döken: elwiens | Yazıyı kopyalayıp paylaştığınızda orijinal kaynakla beraber blogumuzun linkini de belirtin lütfen.

Türkçe eleştiriler yayınlandıkça buraya eklenecektir.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder