3 Temmuz 2014 Perşembe

The Daily Beast Röportajı (Haziran 2014)

Rey rolü için ciddi manada bir savaş verdiğini söylemiştin. Neden? 

Garip aslında, senaryo bana gönderildiğinde e-postayı yanlış okumuşum. Bir teklif olduğunu sanmıştım. "Vay canına, bu rolü nasıl canlandıracağımı cidden biliyorum, daha önce bana hiç böyle roller teklif edilmemişti," diye düşündüm. Hemen menajerimi aradım ve "Bu rolü istiyorum! Hem de hemen!" dedim. Çünkü David Michôd'la yıllardır çalışmak istiyordum. Fakat sonra menajerim bana, "Hayır, bu bir deneme çekimi teklifi. Sen neden bahsediyorsun?" dedi (gülüyor). Anında paniklemeye başladım. Şimdiye kadar katıldığım bütün deneme çekimlerini batırıp bıraktım çünkü. 

Ee peki ne yaptın?

Bu rolü elde etmem gerektiğini fark ettim, daha önce hiçbir deneme çekimi için harcamadığım kadar çok zaman harcadım.

"Daha önce hiç harcamadığım kadar çok zaman" derken neyi kastediyorsun? Ne kadar bir emekten bahsediyoruz?

Demek istediğim 2 hafta süresince her gün günde 10 saat senaryo çalıştım.

Vay canına.

Hakkında rüya görmekten tutun da daha bir sürü şeye kadar tamamen obsesif bir hal almıştım. Ne yaptığım konusunda net bir fikrim yoktu fakat tek yaptığım şey sabit bir şekilde rol üzerine düşünmekti.

Sanırım emeğin meyvesini verdi.

(Gülüyor) Genelde deneme çekimlerine filmi çekecekmiş gibi hazırlanıp gitmezsiniz. Deneme çekimine gider gibi hazırlanırsınız. Ama ben başkasının evinde film çekiyordum. Resmen öyleydi.

Sana genelde Rey gibi rol teklifleri gelmediğinden söz ettin? Ne demek istedin?

Küçük, eksantrik roller. Sürekli bu tarz rolleri canlandıran 5-6 tane oyuncu vardır (gülüyor). Ben hangi türe giriyorum bilmiyorum ama biraz "zayıf", kırılgan ve buruk rolleri canlandıran o bir grup garip aktör arasında olmadığım kesin. Sanırım ben onlardan biri gibi algılanmıyorum.

The Rover'ı çekerken seni en çok zorlayan şey neydi?

Aslında hiçbir şey. Rolü almadan önce bile karakterimi nasıl canlandıracağımı biliyordum. Gerçekten, beni tek rahatsız eden şey deneme çekimlerinin yapıldığı yerin kapısından girip "Bu karakteri tamamen yanlış mı canlandırıyorum yoksa? Hiç bilmiyorum," düşüncesine kapılmaktı. Kısa bir an panik yaşadım. Ama rolü aldığımı öğrendiğimde, kıyafetlerimin nasıl olması gerektiğini, nasıl bir görüntüye sahip olmam gerektiğini - her şeyi biliyordum. Duygularını kontrol altında tutamayan biri olmasını, sürekli iki şey arasında gelgit yaşamasını; ayrıca hiçbir zaman hiçbir şey hakkında adam akıllı düşünme gereği duymayan ve nihayet düşünmeye zorlanan biri olmasını istedim. Tıpkı yetişkin bir bebeği canlandırmak gibi. Ta en başından beri bu karakter bana çok gerçekçi geldi.

Rey'i belirli birini örnek alarak mı canlandırdın?

Aslında biraz kuzenlerimden birine benziyor (gülüyor). Kıyafetleri, yürüyüşü falan.

The Rover'ın çekimlerini Alacakaranlık'tan farklı kılan şey neydi?

Dondurucu bir soğuk yoktu mesela (gülüyor). Aslında bu en önemli fark. Hava dondurucu soğuk olduğunda herkes acınası oluyor... Avustralya'nın kavurucu çöl sıcağını dondurucu havaya tercih ederim.

Neden?

Soğuk hava insanı strese sokuyor. Vancouver'da çekim yaparken güneş ışığını bile çok az görüyorduk. Ve sanki şehre her gün aynı hava koşulları hakimdi. Sizi bir şeyler yapmaya teşvik eden bir atmosfer yoktu. David'in filminde ise neredeyse sadece 2 kişi rol alıyor. Kimsenin acele etmesi gerekmiyor. Yani ortada başa çıkmanız gereken sadece iki ego var (gülüyor). 

Az ego çok iş yani. Hadi bir dakikalığına geriye dönelim: Aktör olmanı sağlayan şey neydi ve bu işi yapabileceğine inanmanı ne sağladı?

16 yaşındayken bir tiyatro grubuna katıldım çünkü oradaki bir kızı tavlamayı amaçlıyordum (gülüyor). Daha önce hiç oyunculuk yapmamıştım. Guys & Dolls oyununu sahneliyorlardı ve ben daha önce hiç şarkı söylememiştim fakat yine de oyunda gerçekten yer almak istedim (gülüyor). Nedenini hala anlayabilmiş değilim. Ama yine de bu oyunda sahne aldım ve sonrasında bir oyunda daha yer aldım. Sonra da gayet olağan bir şekilde bir menajer edindim. Tiyatroda ilk kez bir oyunda yer aldığınızda bu sizde inanılmaz bir bağımlılık yaratır. Thomas Hardy'nin 'Tess of the d'Ubervillies' oyununu sahnelediğimizi hatırlıyorum. Tess'i tokatladığım bir sahne vardı. O anda ilk sırada oturan seyircilerin korku dolu tepkilerini gördüğünüzde içinizde bir enerji patlaması yaşanıyor. O insanların size bakışına şahit olduğunuzda "Vay canına! Daha önce kimse bana böyle bakmamıştı," diye düşünüyorsunuz.

Garip bir duygu. Ve yıllar geçtikçe kendinizi oyunculuğa daha yakın hissediyorsunuz. Kendinizi rollerde kaybedebildiğinizi fark ediyorsunuz. Tıpkı müzik yapmak gibi. Bir sahne çekersiniz ve "kendim gibi hissetmiyorum artık" dersiniz. Bunun nasıl ortaya çıktığını da bilmezsiniz üstelik. Hoş bir duygu.

İnsanın kendinden uzaklaşması bağımlılık yaratıyor değil mi?  

Evet. Sürekli müzikle uğraşmaya alışkın biri olarak hep yapmak istediğim şey buydu çünkü insan müzikle uğraşınca uçuyormuş gibi bir hisse kapılıyor. Nasıl olduğunu bilmiyorsunuz ama kendinizi harika hissediyorsunuz. Ve bunun seyirciyle falan da bir alakası yok. Çünkü muhtemelen hala berbat bir iş çıkarıyorsunuzdur (gülüyor). Bağımlılık yaratıcı ve nadir rastlanan bir iş. Sürekli olarak bu işin peşinde koşuyorsunuz, her seferinde, değişmeksizin.

Alacakaranlık iyi ki varmış o zaman. Ama serinin getirdiği yükle nasıl baş ettin?

Çok fazla nefretle baş etmek zorunda kaldık aslında. Cidden Alacakaranlık'a karşı bu kötü tutumu anlamıyorum. İlk film çıktığında herkes beğenmişti. Ama sonra birden... neden olduğunu bilmiyorum herkes diğer filmlere sırtını çevirmeye başladı. Serinin filmleri oldukça büyük başarı yakaladı ve herkes bunu kabullenmiş durumdaydı. Ama bazı politik nedenlerden dolayı karşıt fikirler oluştu. İnsanlar "Ah, bu film kadınlar için kötü örnek teşkil ediyor," falan filan zırvaları sıkmaya başladı. Sanki biz bir avuç aptalmışız gibi. Biz filmleri bu şekilde çekmedik! Bu tamamen sizin algılama şeklinizden kaynaklanıyor! El pençe divan duran kadın karakterleri anlatan bir film yapmak gibi bir çabamız asla olmadı.

İnsanlar daha Alacakaranlık'ın neyle ilgili olduğuna bakmadan bir yargıya vardı ve bizi buna göre kategorileştirdi, biz oyuncular her neyin parçasıysak o olduk. Hatta parlama mevzusu bile böyle ele alındı. Hakkımda çok parlak eleştiriler yazıldı! İşin aslı filmde parladığım bir sahne bile hatırlamıyorum (gülüyor). Belki ilk filmde 1 saniyeliğine falan parlamışımdır. Ciddi olamazsınız, diye düşünmüştüm. Bütün fanboylar (erkek fanlar) "Gerçekten parlıyor musun?" diye sorduğunda "Ciddi misiniz? Sanırım ekranınız o saniyede donup kalmış olmalı," diyorum (gülüyor). Şu parlama olayıyla herkes aklını kaçırdı gitti. 

Fakat işin sonunda sizden nefret eden insanların ne kadar sadık olduklarını da fark ediyorsunuz. Sırf size olan nefretlerini konuşturmak için her filminizi izliyorlar (gülüyor). Bence bu durumun hiçbir sakıncası yok!

Peki ya sanatsal anlamda? Alacakaranlık'ın etrafında dönen bu keşmekeş insanlara senin nasıl bir aktör olduğunu yanlış yansıtmış olamaz mı?

Ben bile nasıl bir aktör olduğumu bilmiyorum. Alacakaranlık filmlerinin şimdiye kadar yaptığım en zor iş olduğunu biliyorum. Değişken özellikleri olan bir karakteri canlandırıyordum ve aynı zamanda beş film boyunca ona çeşitlilikler katarak hep aynı olmam gerekiyordu. Gerçekten çok zordu. Haiku* yazmaya çalışmak gibiydi. 

Alacakaranlık seni daha iyi bir aktör mü yaptı?

Evet. Komik aslında çünkü her filmle eleştiriler daha da kötüleşti.

Ama artık The Rover gibi -karanlık, derin ve daha sanatsal- filmler yapıyorsun, Edward Cullen'dan sıyrılmaya çalışıyormuşsun gibi hissediyor musun?

Kesinlikle hayır. Alacakaranlık filmlerine hiçbir zaman bir bütün gözüyle bakmadım. Benim için hepsi birbirinden ayrı filmlerdi. Yani demek istediğim filmler arasında rolümü canlandırmayı bile unutuyordum (gülüyor). Ama her zaman hiçbir şeyin karşılıksız olmadığına inanmışımdır. Bir sürü para kazanırsınız, türlü fırsatlar elde edersiniz ve bir şekilde bunların bedelini ödersiniz. Ben bunun bedelini sokakta (saldırıya uğramadan) nasıl yürüyeceğimi düşünerek ödedim. İnsanların beni bir obje olarak görmesiyle ödedim. Bir aktör olarak en büyük isteğim kim olduğumu kimsenin bilmemesidir. Önyargıyla karşılanmamaktır. Yani bir karakter ikonik hale geldiğinde bunun bedeliyle baş etmek size düşüyor.

Alacakaranlık'tan bu yana bir noktaya parmak basıyor ve yazar/yönetmenlerle çalışıyorsun: Werner Herzog, David Cronenberg, James Gray, Olivier Assayas, David Michôd gibi. Bunun nedeni nedir? Tüm bu çaba insanların seni "obje" olarak görmemelerini sağlamak için mi?

Bu isimler ergenliğimden beri hayranı olduğum kişiler. Şu anda onlarla birlikte çalışmak şaka gibi geliyor. Ve bu isimler aynı zamanda bende oyuncu olma isteği uyandıran aktörlerden oyunculuğu adeta sıkarak çıkaran yönetmenler. Özellikle James Gray - Joaquin'in [Phoenix] onunla yaptığı filmler. O adam oyunculardan muhteşem performanslar çıkartıyor. Ve Harmony Korine de keza öyle. Cidden bu durum sizin hata yapma limitinizi düşürüyor. Samimi olarak söyleyebilirim ki bir Werner Herzog ya da Harmony Korine filminde rol alırsanız başarısız olmanız imkansızdır. Biliyorsunuz onlar asla tembellik yapmıyorlar. Hiçbir zaman da yapmadılar. Örneğin; Cronenberg, hala sınırları zorluyor ve üstelik kendisi 45 yıldır bu sektörde çalışıyor. Şimdilerde ise yönetmenler daha ikinci filmlerinde başarısızlığa uğruyor ve tükenip gidiyorlar.

Cronenberg demişken, bir keresinde Cosmopolis'in oyunculuk fikrine anlam kazandırdığını söylemiştin. Bununla ne demek istedin?

Yani bu tarz filmlerde rol alabileceğimi fark etmemi sağladı. Bütün Alacakaranlık filmleri boyunca sürekli aynı rollerde rol almaktan korkup korkmadığım soruldu. Ve "Evet sanırım," diye düşünmeye başladım. Ardından Cosmopolis'te rol aldım -ki benim oyunculuk kariyerimin çok dışında bir projeydi - ve "Ah, sanırım artık aynı rolleri canlandırmaktan korkmamalıyım," diye düşünmeye başladım. Beni kendime getirdi. Ve tabii o deneyimi de çok sevdim - Cannes'a seçilmek benim için çok önemliydi. O zamandan beri festivale tekrar gitmek için çabalıyorum.

Hangi aktöre bakıp da "İşte tam da istediğim kariyere sahip" diyorsun?

Joaquin'in [Phoenix] yarattığı kariyeri seviyorum. Yer aldığı her projeyi izliyorum - beni en çok etkileyen oyunculardan biri. Bir çok yönden Guy'ın [Pearce] kariyeri de hoşuma gidiyor. Ve kendisi aynı zamanda Avustralya filmlerinde de rol alıyor, ben şahsen İngiliz yapımlarında yer aldığımda çok garip hissediyorum. Sanki çıplakmışım gibi.

Peki ya Jennifer Lawrence? Kendisi hem stüdyo filmleri hem de sanatsal filmlerde rol alarak ikisi arasında bir denge oluşturmuş gibi görünüyor.

Harika biri. Kesinlikle inanılmaz. Ama aynı zamanda ikimiz birbirimizden çok farklı kişiliklere sahibiz. Mesela o kendine aşırı güvenli görünüyor fakat bende hiç öyle bir özgüven yok. Kendi göstermesini biliyor. Sanırım böyle bir oyuncu pek çok farklı rolde yer alabilir. Ama ben tam tersine temkinli biriyim.

Söylentiler kol geziyor, o yüzden sormam gerek. Bir sonraki Indiana Jones sen misin?

Hayır (Gülüyor). Yani bilmiyorum. Eğer birden böyle bir rol teklifi gelirse komik olurdu doğrusu. "Yok artık!" derdim (Gülüyor). 

Yani söylentilerin aslı yok?

Hayır, yok.

Peki, ya diğer bir ünlü Harrison Ford rolü olan Han Solo söylentileri? Yeni Solo filminde rol alacağına dair söylentiler var.

Ah, hayır. Bence bunların hepsi adımın kötüye çıkması için uyduruluyor.

Adını kötüye çıkarmak mı? Bu ikisi Hollywood tarihinin en büyük karakterleri.

Fakat bu tarz alakasız söylentiler ortaya atılıyor ve sonra bu söylentiyle ilgili 50 farklı hikaye daha yazılıyor, mesela "O ADAM MI? HAYIRRR! Ne geri zekalı ama!" gibi şeyler.

Yani, kayıtlara geçsin diye soruyorum Han (Solo) ve Indy(iana)'nın hayranısın değil mi?

Kesinlikle. Onlara herkes hayran.

Tamam bu kadarı yeterli.

Tamam.

Bir stüdyo filminde daha rol alır mıydın?

Evet. Ama öncelikle bunun üzerine çokça düşünmem gerek. Fakat pek çok açıdan artık sadece stüdyo filmleri büyük başarı yakalıyor (gülüyor). Eğer stüdyo filmleri falan yapmamaya yemin etmediyseniz, Aynı Yıldızın Altında'ya 2. bir film yapmanız gerektiğini anlamalısınız (gülüyor).

*Haiku: 5-7-5 hecelik üç dize olmak üzere toplamda onyedi hece içeren bir Japon şiir biçimi.

Blogumuz adına çeviriyi yapan: elwiens
Kaynak linki belirtilmediği sürece blogumuzdan çeviri alınması kesinlikle yasaktır.
Kaynak | RPLife

4 yorum:

  1. Robert'ın şimdiye kadar okuduğum en iyi röportajlarından biriydi. Alacakaranlık hakkındaki yorumları beni biraz rahatsız ederdi ama şimdi onu tam olarak anlıyorum.

    YanıtlaSil
  2. Röportaj muhteşem olmuş gerçekten. Rob'un alacakaranlığa kötü anlamda tepkisi olduğunu düşünmedim hiç. Çünkü her fırsatta bu filmin ona getirdiği fırsatlara değiniyor.Sadece bazı insanlar ve dandik siteler böyle şeyleri öne sürüyorlar.En basit örnek şunu söyleyebilirim dior tanıtımlarında verdiği bir röportajı tamamıyla farklı çevirip haber yapmıştı bazı siteler.Malesef günümüzde çoğu insan okuduğu her habere inanıyor. Alacakaranlık yalnız Rob'a değil tüm ekibe büyük getiriler sağladı. Bunu inkar etmek nankörlük olur. Neyse efendim Rob bu röportajda çok açıklamış zaten düşüncelerini.Bizede ne düşer???? Tabiki çevirene ellerine sağlık demek :)))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. "Rob bu röportajda çok güzel açıklamış zaten düşüncelerini" cümlenin doğrusu :D

      Sil
    2. Alacakaranlık konusunda kesinlikle haklısınız/haklı... Medya böyledir malum, diline birini doladı mı asla ama asla o konu/kişi hakkında iyi bir şey yazmaz. Alacakaranlık ve bazı oyuncuları da bundan nasiplendi, maalesef.

      Teşekkür ederim Zeynep ^^

      Sil