11 Ağustos 2012 Cumartesi

'Cosmopolis' Eleştiri Yazıları


Beyazperde.com: "Limuzinimde hayatı sorguluyorum"

David Cronenberg'in Don DeLillo tarafından yazılan 2003 tarihli romandan sinemaya uyarladığı Cosmopolis, ustanın aslını inkar ettiği sularda dengesiz kulaç atışlarına devam ettiği yeni denemesi. Servetini borsa ve teknoloji endüstrisinden kazanmış 28 yaşındaki milyarder Eric Packer'ı merkezine alan film, baş karakterimizin şehrin diğer ucundaki berberine gitme hikayesini arka plana koyarak, ekonomik krizin yarattığı kaos ve ayaklanma ortamını ele alıyor.

Kendini dış dünyadan tamamen soyutlayan limuzini içerisinde çıktığı bu yolculukta, yol boyunca araca inip binenlerle yaptığı bitmek tükenmek bilmeyen ağdalı sohbetlerine bizi ortak eden Eric, bu konuda da 'nicelik açısından' oldukça şanslı. İşverenine karşı gerçekleştirilecek bir saldırı tehdidine karşı hazır kıta güvenlik sorumlusu Torval (Kevin Durand), şirket çalışanı Shiner (Jay Baruchel), resim galerisi sahibi ve yatak arkadaşı Didi Fancher (Juliette Binoche), ofis yöneticisi Jane Melman (Emily Hampshire), teori koçu Vija Kinsky (Samantha Morton), suratlara pasta yapıştırmaktan hoşlanan protestocu Andre Petrescu (Mathieu Amalric), kapitalist sisteme, dolayısıyla eski patronuna karşı öfke dolu eski çalışan Benno Levin (Paul Giamatti) bu hiç bir yere varmayan uzun yolculuğun misafirleri konumundalar. Eric'in limuzininden dışarı adım attığı ender anlarda yanına uğrayıp cinsel isteklerinden bahsettiği eşi Elise Shifrin'i (Sarah Gadon) ise bu tayfadan ayrı tutmamız gerekiyor zira kendisi bütün yemek öğünlerinde Eric'in yanında...

İstediği her şeyi yapma fırsatı elindeyken, risk içinde yaşanan bir hayatın ve normal bir insanın kaldıramayacağı sorumlulukların içerisinde kaybolmuş bu genç adam, aynı zamanda duygularından da arınmış bir kayıp ruh şeklinde tasvir edilmiş. İşi hakkında konuşurken bunun altını doldurabilecek belli bir bakış açısına sahip olduğu aşikar, bu bakış açısının kendine göre doğru, insanlık için yanlış olduğu fikri ise filmin tartışma yaratmak isteyen tarafı. Bu ikilemi yaratmak isterken Don DeLillo'nun orijinal diyaloglarını filmin içerisine hiç değiştirmeden eklemleyen Cronenberg'in, her biri 'şu anda büyük cümle geliyor' şeklinde tezahür eden fikir alışverişlerini peliküle aktarması ise tam anlamıyla bunaltıcı. Kimsenin birbirinin sorusuna cevap vermediği bir iletişim ortamında herkesin kendi beylik lafını yapıştımak için hazırda beklemesi DeLillo'nun kitabını zeki ve yaratıcı kılmış olabilir. Ancak uyarlamada iğreti, enerjisiz ve zorlama göründüğü su götürmez bir gerçek.

Cosmopolis gibi hareket yönünden tembel, konuşma yönünden geveze bir filmin, içi 'sözüm ona' felsefe yüklü meslek hikayelerinden oluşması, ilgiyi ayakta tutmak için yeterli değil. Yetersizliğin yanı sıra 'kapitalistler kötüdür ancak fakirler de birbirini yemekle meşguller' gibi bir önermeye bağlanan, nereden tutarsanız tutun elinizde kalan bir duruşu var filmin. Bunu Cronenberg stili bir deneysel sinema örneği olarak ele alıp, yapmak istediğine karşı saygı duymaya çalıştığımızda ise filmin içerisine serpiştirilmiş geçmişin ruhları ile karşılaşıyor ve 'hani deneyseldi?' sorusuyla başbaşa kalıyoruz.

Mesela Cronenberg'in bir yandan prostat kontrolü sahneleriyle eski "body horror" alışkanlarına geri dönmesi, öte yandan da Steve McQueen'in Utanç (Shame)'ındaki gibi cinsel hazzı arayan bir adamı betimlemesi pek de filmle alakalı durumlar değil gibi. Durum böyle olunca Eric'in 'daha fazlasını istiyorum, bana bilmediğim birşeyler göster' gibi cümleler kurup, yeni arayışlar peşinde koşması bizi pek de ilgilendirmiyor. Gerçi filmin sizi ele geçirdiği anların kaos, şiddet ve seksle doğru orantılı olması da işin başka bir yönü. Bu bile eski usül Cronenberg Sineması'nı ne kadar özlediğimizi bize hatırlatıyor.

Colin Farrell'ın yerine role getirilen Robert Pattinson'ın oyunculuğu hakkında fazla bir yorum yapmaya gerek yok. 'Tatlı çocuğu vahşileştireceğiz' ana fikirli yapım hilelerinin sonucu rolü kapan Pattinson, perdede ne övüldüğü kadar iyi, ne de yerildiği kadar kötü bir performans veriyor. Kendisi hakkında tek çıkarım 'filme bir şey katmadığı' olabilir. A sınıfı bir cameo'lar silsilesi şeklinde arz-ı endam eden diğer oyunculuklar arasında ise Paul Giamatti final performansıyla bir adım öne çıksa da maalesef her şey için çok geç...

Son tahlilde; Cosmopolis, duraklama dönemine giren sinemasının son halkasında iddialı, kendine güvenen ve stilize bir kapitalizm tartışması yaratmak isteyen Cronenberg'in bir kez daha çuvallamasına tanıklık etmek isteyenler için biçilmiş kaftan.

2/5
Fırat Ataç

______________________________________________________________________________________________________________________________

Sadibey: Cosmopolis, İnsanın Asimetriyle Tükenişi!

Doyumsuzluğun ve yeni şeyler elde etme hırsının yükselişe geçtiği kozmopolit yaşam gerçeğinde para, insan hayatını kemiren büyük bir fare… Öyle ki, varlığı da yokluğu da ayrı bir yara. Bu yarayı derinleştiren etken ise yine insan eliyle geliştirilen ve sınırları kaldırarak uluslar üstü açgözlülüğü körükleyen bilimsel gelişmeler.

Böylesi gerçeklerin ışığında, bilimin ve teknolojik yeniliklerin, kendilerini yaratan insanı yok etme aracına ne şekilde dönüşebileceğini filmler yoluyla anlatma konusunda göze çarpan yetenek ise David Cronenberg’ten başkası değil. Küresel bütünleşmenin odak noktası olan, bilgisayar teknolojisi destekli para piyasasının işlendiği ‘Cosmopolis’ onun bu eleştirel bakış açısının son ürünü.

ABD Başkanı şehirdeyken yaşanan trafik keşmekeşinde ve göstericilerin doldurduğu caddelerde ‘saç tıraşı’ telâşına kapılıp berbere gitmek için uzatılmış Limuzin’ine atlayan Eric, ismini ısrarla telâffuz etmekten kaçındığı koruması Torval’ın himayesinde yola koyulur. Her on dakikada bir binlerce veriyi test eden Shiner ile başlayan yolculuk hiç hareket etmiyormuş duygusu veren Limuzin’in içinde türlü ihtiyaçların giderildiği bir sürece dönüşür. Para parayı çeker türü evlendiği eşi Elise’le yemek molaları ve otel keyfi için Limuzin’den inen Eric’in en büyük korkusu, veri güvenlik sisteminde bir açığın oluşmasıdır. Düzen düşkünü Eric’in bunca kargaşada merak ettiği konu ise bunca uzatılmış Limuzin’in geceyi nerede geçirdiğidir. Paranın yarattığı doyumsuzluğu cool bir tavırla dışa vuran ve cinselliği dahi donuk ifadeyle yaşayan felsefe ve sanat gösterişçisi Eric’in dibe vurmasına sebep, bedenindeki bir asimetri ve hayatının hatasını yapıp hafife aldığı Çin’in politikası olacaktır.

Video kültürünün hayli revaçta olduğu bir dönemde sado-mazoşist ve cinsellik yüklü içeriklere değinen ‘Videodrome’daki reyting heveslisi televizyoncu Max üzerinden teknolojiye tapınmanın çarpıklıklarını yansıtan yönetmen-senarist David Cronenberg, ‘The Brood/Hastanede Gerilim’ örneğindeki gibi psikolojiyle teknik yenilikleri başarıyla bağdaştırmayı bilen bir isim. Kendine has tarzının yanı sıra gişe kaygısı gütmeyen çalışmalarına baktığımızda IMDB puanı 6-7 arasında gezinen Cronenberg’in en büyük özelliği yarattığı sahnelerin arka anlamlarındaki düşündürücülük! Yapımlarında, bilimin insan eliyle zararlı hale getirilmesinin vahametini, kanlı ve gerilimli bir korku sürecinde işleyen Cronenberg, zaman içinde tarzını beden dilinden psikolojik dışavurumlara yönelik felsefe diline dönüştürmüştür. Don DeLillo’nun romanından uyarlanan ‘Cosmopolis’ de onun bu yeni tarzının bir ürünü olarak karşımıza çıkmakta.

Eleştirel felsefesini, ününü hassas dengeler üstüne kuran Eric (Robert Pattinson)’in duygusuz ve otomatiğe bağlı rutininden yürüten Cronenberg’in ‘Cosmopolis’i, kapitalizmi kınıyor gibi görünse de bu konuda net bir tavır göstermiyor aslında. Hayatın fazla çağdaş bulunduğu söylemlerle, uzun karmaşık konuşmalarla lüksün nimetlerinin sergilendiği sahneler bu iki arada bir derede kalmışlığın göstergesi. Limuzininde giderken günlük check-up’ını ihmâl etmeyerek paranın şımarıklığını yaşayan Eric’in buna karşılık et dişleme tutkusunu gidermek için seçtiği yemek yerlerinin fazla mütevazı olması benliğindeki çelişkilerin sonucu.

‘Bu devirde hâlâ başkanları vuruyorlar mı’ diyerek ülke yönetimlerinde asıl söz sahibi ve dolayısıyla önemli kesimin, para oyuncuları olduğunu ima eden Eric aynı zamanda ‘Taksiciler dehşet ve çaresizlik dolu memleketlerden geliyorlar’ diyecek ya da çalışanının ismini söylemeyecek kadar da ‘insan ayrımcı’ bir kişilik. Pattinson’ın soğuk ifadesiyle daha da iticileşen karakteri aracılığıyla ‘Jogging’i, sefil Yahudi-Hıristiyan karşımı bir aktivite şeklinde tanımlayan yapım, kapitalizmin şekillendiricilik ve yönlendiriciliğine havalı bir tepki korken ‘Para zamanı yaratır. Zaman da şirketlerin sermayesidir’ saptamalarıyla eleştirilen kesimlere göz kırpmakta.

‘Yok etme dürtüsünü yaratıcıdır’ diyen anarşistlerin bu fikrinin kapitalizmin de düşüncesi olduğunu vurgulayan ‘Cosmopolis’, bir fikrin öngörülü olduğu oranda diğerlerini geride bırakacağını savunuyor. Ancak, ‘Doğayı normale getirmek için bir şeyler yapmak lâzım’ diyen bu yapay ve öngörüdeki yanılma payına göre değişebilen felsefenin balonu, yüzüne fırlatılan pastanın tadına bakan parmağın ucunda sönüveriyor. Neticede, sesli talimata ayarlı mekanizmayla çalışan akıllı silâhların ve her tarafı donatan teknolojinin bile yetersiz kaldığı insan duyarlılığında, bir parmağın yarattığı tedirginlik nelere kadirmiş, diye düşünmeden edemiyor insan!

Birinin parmağıyla ortaya çıkan ve tüm benliği ele geçiren kaygı olmasaydı, diğerinin parmağı tetiğe basmaya ve bastırmaya cesaret eder miydi? Yoksa ‘Bana bilmediğim bir şeyler göster’ yılgınlığı ve ukalâlığıyla yaşanan lüksün nimetlerinden ‘İstemem yan cebime koy’ misali nasiplenmek sürdürülür müydü? Bunlar, Cronenberg’in gerçekçi yorumları seyirciye bırakıp IMF Başkanı’nın gözünü oyduran göstermelik saldırı ve ‘sıçan’ sallayan protestocularla yetindiği felsefi kapitalist eleştirisi, ‘Cosmopolis’in uzun bir sürece yayılı doyumsuz sahnelerinden arta kalan özüne yönelik sorular.

(09 Ağustos 2012)

Anibal Güleroğlu 

______________________________________________________________________________________________________________________________


Popüler Sinema: Her derde deva Limuzin!

Don Delillo’nun 2003 tarihli romanından uyarlanan Cosmopolis öncelikle yoğun felsefi seanslarına davet ediyor izleyiciyi. Aslında arada söylediği önemli şeyler filmin gevezeliğinde kaybolarak sıkıcı bir terapiye dönüşüyor.

David Cronenberg’in ellerinden çıkınca ister istemez dikkat kesiliyoruz ama yönetmen tanıdığı bildiği toprakları terk etmek için inanılmaz bir istek içinde sanki. Son filmi Tehlikeli İlişki’de bir nebze aslına asılı kalmıştı ama burada iyice ipleri koparmış. Tabii kimse ondan ‘body horror’ tarzını devam ettirmesini beklemiyor ama bu kadar uzaklara düşmesi, üstelik o kadar başarılı olmayan filmlere imza atması ‘ne oluyor’ diye sordurtuyor tabii.

Karşımızda genç, azimli, zevkli, limuzinli, borsa fatihi 28 yaşında Eric Parker var. Parker yaşam alanı ilan ettiği ve dış dünyadan neredeyse soyutlandığı limuzininde her türlü ihtiyacını görmeye vakıf. Ama nedense kendisinin başka bir ulvi amacı var. Herkesin ekonomik krize isyan ettiği, kaos ortamının en derinden yakalandığı bir düzende eski düzen bir berber dükkanına ulaşmaya çalışıyor. Aracın içindeki yoğun sohbet ise zaman zaman sekse dönüşüyor, ya da seksle açılıyor. Ya da doktorunun prostat kontrolünde yani vücuda yapılan bir müdahalede görüyoruz kendisini. Burada eski filmlere yapılmış ufacık bir göndermeden bahsedebiliriz belki!

Dedik ya Eric limuzin insanı, bana göre sıkıcı mı sıkıcı! Limuzinden çıktığı ender anlarda ise karısı olduğunu anladığımız Elise ile buluşuyor. Karısına karşı cinsel istekleri güçlü olsa da sadece yemek yiyorlar ama öğün atlamadan! Filmin burada tavsamış evliliklerin üstünden gittiğini, sadece yemeklerde bir araya geldikleri sonucuna vardığını çıkarabiliriz ki doğru! Onun dışında ziyaretçisi bol bir adam Eric, Juliette Binoche’un canlandırdığı Didi, protestocu Andre ve eski çalışanı Paul Giamatti’nin hayat verdiği Benno filmin orijinal unsurları diyebiliriz!

Ama filmin bütün bu bütünün dışında pek fazla tadı tuzu yok. Bir kere akıcı değil. Aslında ön planda ayan beyan dönen felsefik muhabbetler daha göz alıcı olabilirdi, filme daha fazla kulak vermemizi sağlayabilirdi ama aksine filmden uzaklaştırıyor bizi. Tabii yazar Don Delillo’nun cümlelerini birebir filme aktarmış Cronenberg. Yazıda pek fiyakalı duran bölümler filmde birazcık anlam kaybına uğramış, ister istemez. Aslında biraz daha akıcı bir anlatım sunsa, bir yönetmeni tarz değiştiriyor diye topa tutmayız. Zaten karakteri yakın zamanda izlediğimiz Shame / Utanç’ın Brandon’una benzetmiştir ya da benzecektir mutlaka birçok kişi. Cinsel haz da maddi doygunlukla elden kayan bir şey ne de olsa! Ama yine de filmin tadı felsefi muhabbetlerde değil, seks, protesto ve az da olsa şiddet de çıkıyor.

Bu film için Moonlight’ın şirin vampiri Robert Pattinson’a uymuş mu derseniz aslında ne tavan yaptıran ne de rahatsızlık veren bir durumu yok. Film gibi ortadan akıp gidiyor, ne heyecan veriyor ne de heyecanımızı alıyor.

Cronenberg, sinemasını farklı bir yana kayan dünyanın gidişatına yakın tutmaya çalışıyor ama onun tarzının yerini pek bir şey tutamaz. Olmuyor beceremiyor işte bunu, tez zamanda eski tarzına dönmesi dileğiyle…

4,5/10
Banu Bozdemir

______________________________________________________________________________________________________________________________

Sinema Kulübü: "Cosmopolis"

David Cronenberg’in eski çılgınlığını yitirmesi bile yeterince çılgıncaydı. Öyle ki The Fly’ı, Dead Ringers’ı, Videodrome’u, Crash’i yapan bir adamın bir anda uysallaşıp, gereksiz yere gelenekselleşip ‘Şiddetin Tarihçe’sini, “Şark Vaatleri’ni hatta hiç utanmadan ‘Tehlikeli Oyun’u karşımıza çıkarması başka türlü açıklanamaz. Proje halindeki her yeni filmiyle ‘eski Cronenberg geri mi dönüyor acaba?’ gibi sorulara da mahal vermeye başlayan eski ustanın yeni filmi ise ‘Cronenberg tadı’ taşıma ihtimalinden ötürü meraklara gark eden lakin perdedeki her devinimiyle bizleri bozguna uğratan, mesaj kaygısından sinemaya yakınsamayı unutan ‘Cosmopolis’.

Açık söyleyelim, filmin oldukça ilginç bir öyküsü var. Gencecik bir milyarder olan Eric Packer, içerisinde yaşadığı ‘kosmopolit’ şehrin öteki ucundaki berberine doğru yola çıkıyor. Bu esnada şehirde ise ölümcül bir kaos hüküm sürüyor, arabanın üzerinden geçtiği her yol, bir öncekinden daha da tehlikeli. Eric’in ise bütün bu hengâme içerisinde, kendisine düşman koskoca bir etnik ordu karşısında tek bir amacı var. O da berberine ulaşmak…

‘Cosmopolis’ tipik yol filmi kalıplarını tamamen absürt bir üslupla devşiren; ancak yine de bir şekilde yol filmi türünün içerisinde kalmayı başaran bir film. Filmin ise yalnızca iki başrol oyuncusu var. Bunlardan biri şatafatlı limuzininin içerisinde amacına doğru kendinden emin olmayan adımlar atan Eric, diğeri ise Eric’in barınağı, korunağı, dostu ve güven kaynağı olan şatafatlı limuzini. Biri canlı diğeri cansız(ki hangisi canlı hangisi cansız tartışılabilir) iki karakterin arasında ise orta direk yaşama normlarımızla pek de kolay anlayamayacağımız bir bağ var. Dış dünyadan daha da ‘öte’ bir yerde konumlanmak için limuzinini kusursuz bir yalıtım ile döşeyen Eric’in bu dünyadan olmak gibi bir arzusu yok. Limuzini ise yapısal olarak hem dışarıdaki dünyayı, hem de içerideki dünyayı görebilen ve iki dünyayı birbirinden ayırt edebilen bir süzgeç.

David Cronenberg’in ‘kör gözün parmağına’ temalı, dinmek bilmeyen metaforları ise baştan sona tiyatral bir atmosfere gömülen filmin hem ana hem de zayıf karnı… Zira ‘Cosmopolis’in dünyasında, başta Eric ve limuzini olmak üzere tüm karakterler ve cisimler bir mecaz. Hatta bu metaforlar filmin ana damarından akan ‘ekonomi’ temasını ve kapitalizm meselesini süslemekle kalmayıp 11 Eylül sonrası Amerika’sına, Amerika Birleşik Devletleri’nin politik düşmanlığına ve korkularına, ülke olarak bir şirkete dönüşen bir memleketin sınıfsal çatışmalarına parmak basıyor. Eric karakterini çok rahat bir biçimde genç milyarder koltuğundan alıp başkanın koltuğuna oturtabildiğimiz gibi ‘hedefine kitlenmiş hırslı kişi’ safından hareketle onu Amerikan milli politikası olarak yorumlamamız da mümkün. Kısacası David Cronenberg, hem gerçek bir temsilden ziyade mecaz temsili olan yan karakterleriyle, hem de sinema yapmak konusundaki seçimleriyle filmden çok metafor çekmek üzerine bir tez yazıyor Cosmopolis’te.

Elbette filmin içerisinde yüzmek istediği ‘eleştirel’ sular bütün bu okumalardan sonra da durulmuyor. Çin’e ve Çin’in para birimine yapılan vurgular da Amerikan ekonomisinin son dönemde su yüzüne çıkan istatistiksel öngörülü verilerle kapıldığı korkuyu simgeliyor. Amerika’nın arka sokaklarına hapsolmuş ve sesi çıktığınca bağıran etnik kalabalık da bir günümüz distopyasını soslayan bir dekordan hallice. Önce ithal edilen, akabinde de ‘egemen olma’ güdülenmesini beraberinde getiren silahların ve ülkenin kendisine ait bir ‘dış sektör’ü haline gelen silah endüstrisinin de filmin bir yandan girift, diğer yandan basit yapısının içerisinde Amerikalıların güce karşı duydukları aidiyet duygusunun farklı okumalara açık bir göstergesi olduğu söylenebilir.

Bütün bu dehşetengiz kompleks yapının içerinde ise kesinlikle kötü anlamda yabancılaştırıcı bir deneyim var ve bu da üzerine fazlaca konuşulma potansiyeli taşıyan Cosmopolis’in iyi bir film olmasını tümden engelliyor. Zira Cronenberg, kariyerinin ikinci dönemi olarak kabul edebileceğimiz bu süreçte üçüncü dönemin kapısını aralıyor. Filmin finaline yakın bir yerde Paul Giamatti’nin devreye girişine kadar sadece ‘tuhaf’ olmayı becerebilen bir film var karşımızda. Filmin sırtını yasladığı metaforlar ‘öyle olsa ya’ sığlığından öte bir yönelim vaat etmiyor. Farz edelim ki Cronenberg’in amacı kapitalizm eleştirisini oldukça felsefi sularda yapmak… Bu sefer de mevzu bu kadar basit bir felsefenin bu denli dalgalı sularda boğulacağına gelip takılıyor.

Sözün özü, belki Cronenberg yapmak istediğini yapıyor; ancak bu yeterli değil. Cosmopolis kesin anlamda kötü bir film değil. Lakin bazı sinema algılarının konumlandığı açıdan bakınca kötü bir film… Sinemanın geleneksel diline yapılan saldırılardan genel anlamda hoşnut olsak da düzenin tekerine çomak sokan; ancak eşzamanlı olarak da düzenbaz olan bir filmle kanımız uyuşmuyor. Övgülerimiz ise, filmi bir iki seviye yukarı taşıyan Paul Giamatti’ye ve 80’ler soslu müzikleriyle filme hakikaten de grotesk bir atmosfer katan Howard Shore’a gidiyor.

1,5/5
Kaan Karsan

______________________________________________________________________________________________________________________________

Zaman Gazetesi: Kapitalizmin buhranlı hayaleti

Usta yönetmen David Cronenberg, finans sistemine yönelik eleştirisini 28 yaşındaki multimilyoner Eric Packer karakteri üzerinden yapıyor. 2012 Cannes Film Festivali'nin yarışma bölümünde yer alan Cosmopolis'te, kendi kendini imha eden Packer'ın buhranlarında küresel ekonomik krizin izleri var.
Küresel ekonomik krizin bir karakter üzerinden tasviri de denebilir Cosmopolis'e. Don DeLillo'nun çok satan romanından sinemaya uyarlanan filmin yönetmen koltuğunda özellikle Çarpışma (Crash, 1996), Şiddetin Tarihçesi (A History of Violence, 2005), Şark Vaatleri (Eastern Promises, 2007) filmleriyle bilinen David Cronenberg var. 2012 Cannes Film Festivali'nde yarışma bölümünde gösterilen film kimi eleştirmenlere göre yönetmenin düşüşe geçen kariyerinin son delili, Cronenberg ise eserini filmografisinin bütününden çok da ayrı görmüyor.

28 yaşındaki multimilyoner Eric Packer'ın saçlarını kestirmek için şehrin öbür ucundaki berberine limuziniyle yol alışına muhatabız seyir boyunca. Bu absürd çıkışın ardından film büyük oranda aracın içinde geçer, iş görüşmelerini limuzininin içinde yürüten Packer kıta güvenlik sorumlusu, teori koçu, doktoru, ofis yöneticisiyle girdiği diyaloglarda mekân, zaman, bilgi, teknoloji, sanat kavramları üzerinden finans sistemine yönelik ciddi bir analize/eleştiriye girişir. Ofis olarak tasarlanmış aracının içerisinde konuşan bir beyinden ibarettir Packer, yemek içmek dışında bir de kadınlara yönelik şehveti perdeye yansıtılmakta. Başkanın şehre yaptığı ziyaret yüzünden sıkışan trafiğin yanı sıra ekonomik kriz nedeniyle sokaklara dökülen eylemcilerin darbına da uğrayınca hedefine ulaşması zorlaşır aracın.

Dışarıdaki hayata izole bir şekilde şehrin sokaklarında salınan limuzin biraz da sistemin kendisini, kapitalizmi imliyor diyebiliriz. Her ne kadar bolluk vaatleriyle şen şakrak, coşkulu bir ruhu topluma aşılar gibi görünse de kapitalizmin daha çok bunalım ürettiğini fark etmek için hızlıca etrafımıza bakmamız yeterli. Bu düzenin ortaya koyduğu bir prototip Eric Packer. Ultra konforlu hayatına rağmen ifadesizleşmiş, buhranlı siması bu durumu delillendirmekte.

VE SİSTEM ÇÖZÜLÜYOR... 

Cronenberg böyle bir karakter için Hollywood'un genç ikonu, Alacakaranlık efsanesinin romantik vampiri Robert Pattinson'ı tercih etmiş. Pattinson, filme en az oyunculuğu kadar kireç beyazı yüzü ve donuk ifadesiyle de anlam katıyor. Bu ruhsuz metabolizma, lüks hayatının bir uzantısı olan dışarıdaki yoksulluğa, acılara baktıkça yavaş yavaş çözülüyor. Ünlü işadamının kırılma süreci ciddi yatırım yaptığı Çin para birimi yuanın, beklenmedik gelişmeler sonucu, düşüşe geçmesiyle başlıyor. Sistemin bir tecessümü olarak yorumladığımız Packer'ın bu andan itibaren kontrolden çıkışını ve kendi kendini yok edişini izliyoruz. Önce kravat çıkarılıyor, sonra ceket, sonlara doğru hayatını kuşatan zırhı limuzininden vazgeçiyor... Kapitalist düzenin hem sebebi hem de sonucu olarak tanımlayabileceğimiz Packer'ın başkalarının acıları üzerinden arınma arzusu ise akim kalıyor.
Ağır bir tempoda seyreden filmin fikrî yükü büyük oranda diyaloglar üzerinden perdeye yansıtılıyor. İzleyicinin takip etmekte zorlanacağı bu ağdalı ifadelerin önemli bir kısmını yönetmen DeLillo'nun kitabından senaryoya bire bir aktarmış. Her ne kadar büyük yükü diyaloglar taşısa da yönetmen ışık, mekân ve müzik kullanımı ile de anlatımını destekliyor. Neoliberal politikaların insanoğluna yönelik en cömert paylaşımları; tekinsizlik, tedirginlik hissiyatını izleyiciye hissettiriyor. Her ne kadar genç multimilyonerimiz üzerinden, daha çok pastadan asıl payı kapan zenginlere dönük bir eleştiri izlesek de anarşist aktivistlerin samimiyetini de sorgulayan bir tavrı var filmin. Bu eylemleri adalet arayışından ziyade, 'zengin olamadıkları için' yaptıkları vurgusuna dikkat çekilmekte.

Cosmopolis'te yoksunluktan ziyade doygunluğun öldürücü etkisine Packer'ın şahsiyetinde şahit oluyoruz. Fransız düşünür Jean Baudrillard, tüm bu ekonomik buhranlar, krizler ile yavaşlatılmış bir felaket sürecinin içinden geçtiğimizi iddia eder. Cronenberg'in filmi maruz bırakıldığımız sistem üzerinden bu felaketin sonuna adım adım taşıyor izleyiciyi. Son cümleyi ise muğlâk bırakarak biraz da sorumluluğu seyirci ile paylaşıyor.

Tuba Deniz

 ______________________________________________________________________________________________________________________________

Film Makarası: "Cosmopolis"

Diyalogların seyri… 

Başı sonu, ucu bucağı olmayan hatta ‘anlam’a odaklanmanın zor olduğu diyalogların…  Bu laf kalabalığına üçüncü kişilerin yani biz izleyenlerin dahil olamayacağı, belki de olmak istemeyeceği türden.
Açılış sahnesi, son derece basit bir amaca uyanıyor; işinin ehli genç milyarder Eric Parker (Robert Pattinson) babadan yadigar berberine saç traşı olmak üzere evinden çıkıyor. Başkan’ın ziyaretiyle sıkışan trafik, Manhattan’ı saran ayaklanmalar, sloganlar kaosun habercisiyken, ofisi ve yatak odası gibi kullandığı son teknolojiyle donatılmış limuzininde sirküle eden konuklarıyla birlikte günlük rutinini bozmayan Parker, korumasının (Kevin Durand) uyarılarına ragmen, hiç tavizsiz yolculuğuna devam ediyor… Ve Cronenberg olağanca titizliğiyle izleyenini de bu yolculuğa dahil ederken, zırhlı aracın dışındakilerle araya set çekiyor.
Saçın, traşın, Başkan’ın, her şeyin bahane olarak ilerlediği bir kaos bu. Zenginin kendi duvarlarıyla çevrelediği, kendi dilince konuştuğu ama aslında buram buram yalnızlık ve bol iletişim içinde iletişimsizlik kokan dünyasında koybolan üstelik…

Amerikan yaşamından bir portre

Peki Eric Parker kim, amacı ne? sorusu akla gelse de, bu tuzağa düşmemek önemli. Zira bu soruyu sormak, filmi çöpe atmakla neredeyse eşdeğer. Don DeLillo’nun aynı adlı romanından uyarlanan ‘Cosmopolis’in tek bir günde ve neredeyse günün tamamının, özel olarak tasarlanmış kocaman bir limuzinde geçen anlatımı, bu soruların cevabını aramaktan çok uzak. Don DeLillo’nun modern toplumun karanlık yüzünü farklı bir algıyla gösterdiği, gidişatın hatta modernizmin yarattıklarını sorgulayan romanları dillere destan. Yaşanan toplumunun değerleri, ekonominin çöküşü, ahlaki yozlaşma, siyasi kirlenme vs… Cronenberg’in ‘Cosmopolis’i de, DeLillo’nun bu dillere destan eserleri arasında okuduğum tek romanı ‘Köpek (Running Dog)’ gibi biçiminden ziyade metnin arkasındaki düşüncesiyle hayli postmodern kokuyor. Kapitalizm parayı her şeyin üstünde tutarken, protesto edenin de edilenin de farklı yollardan bu acımasız çarkın içinde kayboluşu ise dramın ta kendisi…

Hikaye, mesaj bombardımanıyla da olsa, kapitalizmin kalbini yani ABD’yi bir kum tanesiyle mercek altına alırken, Eric Parker ve inadına yolculuğunu, Parker’in iç dünyasını aheste ama felsefik bir geveze anlatımla çevreliyor, kahramanının düşünce tarzını tam olarak açığa çıkarmadan (ki pek de mümkün değil zaten) trajediye odaklanıyor. Şehrin içinde volta atmaya çalışan hissiz, bir nevi toplumun tüm değerlerini kabullenmiş Parker’in yol hikayesi özetle… Ve bu hikayenin içinde normalmiş gibi görünen hatta istikrarla devam edenler bile aslında normallikten fersah fersah uzak. Servet birleşiminin uzantısı olarak yapılan bir evlilik ve bu genç karı kocanın hiçbir öğünü atlamayan yemek ritüeli örneğin. Sadece bu ikili ve ‘Bay ve Bayan Parker’in iletişimi! bile ayrı bir incelemeyi hak ediyor…

Cronenberg, yine kendine özgü bir dekor ve atmosferle izleyici karşısına çıksa da Nostradamus’u DeLillo’nun izinden gidecek gibi görünüyor. Zira DeLillo’nun ‘Cosmopolis (2003)’i ilk çıktığında, farklı eleştirilere maruz kalmış, tam anlamıyla olumlu rafına kayamamıştı. Sezonun merakla beklenen filmi de taraflara ayrılacak türden.

Müthiş bir istikrarla kurulan ve altında yatan anlamsızlığına ragmen anlaşılmaya en yatkın cümlenin ‘asimetrik prostat’ olduğu düşünüldüğünde bile, Cronenberg ve Pattinson’in işlerinin ne kadar zor olduğunu tahmin etmek hiç zor değil.

Edebiyat dünyasının bir nevi aktivist ismi Don DeLlilo, David Gronenberg ve ilgi çekici kadro (Robert Pattinson, Paul Giamatti, Juliette Binoche, Sarah Gadon, Mathieu Amalric) filmi farklı anlamlar yüklüyor olsa da, ilk olarak Cannes’da izleyiciyle buluşan ‘Cosmopolis’, herkese gore bir film değil. Gayet yolunda giden oyunculuklarda özel oyumsa herkese göre olabilecek isme, son 20 dakikaya damgasını vuran ‘Paul Giamatti’ye. Cronenberg bir yana, DeLillo ve elbette Pattinson filmi olarak tanımlayabileceğim ‘Cosmopolis’, çoğu filmden daha fazla ikiye ayrılıyor ve ‘ya seversiniz ya sevmezsiniz’ diyor. Bu filmde bir kahraman yok… Türlü tuzaklar üzerine kurulu dünyada kahraman değil çok çok şaşkın figürler olunabileceğini söylüyor belki de. İlgiyle izledim… Ama arada ‘söz uçar, yazı kalır işte’ demekten de alamadım kendimi. Karar sizin…

İyi Seyirler,
Hilal Çetinder

 ______________________________________________________________________________________________________________________________

Ekşi Sinema: 'Her Şey Skandal'

Not: Yazı, film hakkında bazı sürpriz gelişmeleri ele veriyor.

Çoğu yönetmende tersi mutlakken Cronenberg sinemasını tanımlamak, seyretmekten daha kolaydır. Kariyerinin ilk çeyreğinde insan vücudunun inorganik nesnelerle organik bağına yoğunlaşan, dönemin insanının dezenformasyonunu yine kendi fenomenal araçlarıyla entegre olarak düşünsel boyutta birebir resmeden bir sinema bu. Teorik okumalarla seyri şüphesiz çok daha keyifli hale gelen, terminolojisi oluşturulabilecek Cronenberg sinemasının, direkt-bakışla bile içine çekip kaybettiği yıllardan söz ediyorum tabii. Kariyerinin son çeyreğinde, temel sinema derdi olan (bedensel veya kimlik) metamorfozu halen çeşitlendirebilse de, yönetmenin nitelik olarak genel bir author bunalımında olduğunun kaygılı hissine itiraz edilmese gerek. Cosmopolis de, en başından beri köklere dönüş olarak yorumlanan imaj ve duruşuna rağmen, son çeyrek tıkanmasının izlerini bolca taşımakta.

Kısaca, genç milyarder Eric Packer’ın, şehrin öbür ucunda bulunan berberine gitmek için limuziniyle trafiğe girmesine odaklanıyor başlarda. Kulağa korkunç derecede absürd gelen bu fikrin devamındaysa asıl film, arabaya birtakım “ahlak” imgelerinin yan-roller olarak girip çıkmasıyla konuşmaya başlıyor. Beden, bu sefer Packer’ın limuzini ile ilişkide; hatta birebir limuzinin kendisi. “Günümüz milyarderinin zaman tüneli” akışında seyreden, parçalarla uzatılmış (her daim erekte) limuzinde, içerisi ve dışarısının tüm güdüsel mekanizmasıyla oturduğu yerden oynuyor Packer. Kapitalizmin felsefi akoruyla bir süre iyi idare edeceğini düşündürürken, uyarlandığı kitapta çok daha iyi işleyebilecek olan tiratlarla görece işlevsel ama bir o kadar boğucu bir gerçeklik kanalı açıyor oysa film.

Minyatürize edilmiş bir şirket zihniyetiyle limuzin ilerleyedururken, Cronenberg distopik sokaklarda diplerin portresini bize de birer yolcuymuş hissiyatı vererek veriyor. Tüm tehdit ve haberleri, camdan kafasını uzatan bir korumayla öğreniyoruz. Biz de aslında bu kaosun birer parçasıymış, daha ziyade seyircisiymişcesine turluyoruz ağır aksak, adım adım. Packer, nihai hedefi olan berberden saçlarının yarısı kesilmiş olarak ayrıldığındaysa dönüşümü yarım kalmış bir insana, tersten evriliyor. Tıraşın (saç kesiminin) bir çeşit psikolojik arınıma tekabül etmesi önkabulünde film boyu (karakter açısından hayat boyu) aranan nostaljiye kavuşumu Packer’da bir katarsise yol açıyor. Saçının halen duran tarafındaysa, bir önceki sahnede bir anarşistin Packer’ın suratına geçirdiği pastanın izleri ısrarla durmaya devam ediyor. Cronenberg, küçük bir detay olarak da olsa, bedenin bulaştığı günahların (cosmo-dünyada kapital skandalların) somutlaştırılmış bir atık olarak bedenden fışkırması, onda asılı kalması, bedeni işgal edip ona el koyması anıştırımıyla tutmayı sürdürüyor.

“Her şey skandal. Ölüm bir skandal, ama yine de ölüyoruz” repliği, yine filmin uyarlama sürecinde süzgeçten geçmiş başarısız bir monte olsa da, aslında kısmen Packer’ın yoldaki yerini çözümlüyor. Skandalların neredeyse kendi içinde etik havuzuna dönüştüğü dünyada ölümün dahi sıradanlaşması yergisiyle de, ruhun cosmo-kapitaldeki yitiminin sembolü olduğunu hatırlatıyor. Her şeyin sıradışılığında her şeyin alışıldık ve sıradanlığına istinaden ve takiben, ruhun doyumu ve terki, artık Packer’da bir seks esnasında elektro-tabancayla şok yemek istemesine kadar varıyor; “daha önce hiç yaşamadığı bir şey olduğu” gerekçesiyle (ve belki de canlandırılma arzusuyla).

Filmin sonu da, Cronenberg’in niyeti gibi muallak. Ölüm kavramının “skandallaşması” doğrultusunda, silahın doğrultulduğu Packer’ın kararan ekran sonrasında ölecek olup olmaması artık önemsiz. Yorumu seyirciye bırakacak ya da yönetmenin bildiği bir şey olup olmadığını düşündürecek kadar bile değil, sadece ölümün kendisi kadar önemsiz. O kadar önemsiz ki, sahnenin kendi kendisini alelacele nötrleyip imha ettiği bir kararma (blackout) telaşı sözkonusu. Yine de filmin afişinden ve afişin filmi tamamlaması fikrinden hareketle, niyetten de bahsetmişken, limuzinin arka camından içeri huzmeden yoğun turuncu güneş ışığı bir gün doğumunun ve yeni dünya düzeninin habercisi olup iyi temenniye varabilecekken hali hazırda somurtkan ve beton bir senaryonun destekleyicisi olarak gün batımını, tüm dünya düzenlerinin çöküşünü de temsil ediyor olabilir. Sıkı bir Cronenberg seyircisi muhtemelen hangi şıkkı seçeceğini iyi biliyordur diye bitirelim.

Eray Yıldız

______________________________________________________________________________________________________________________________

Radikal: 'Das Kapitalist'

David Cronenberg, Don DeLillo'nun romanından uyarladığı 'Cosmopolis'te, 'genç bir kapitalistin acıları'nı anlatıyor. Film, içinde bulunduğumuz gidişatın yarattığı bireyin psikolojine ilişkin bir metin sayılabilir 

Modern sinemanın az sayıdaki psikanaliz uzmanlarından biri olarak David Cronenberg, ruh kadar bedene de önem vehmetmesiyle tanınır. Lakin onun meseleye yaklaşımında, örneğin ‘Rabid’, ‘The Fly’ ya da ‘Naked Lunch’ gibi yapıtları göz önünde tutulursa, ‘ruh ve beden’ bildiğimiz formların ötesindedir. 1943 doğumlu büyük usta, son dönem yapıtları ‘Şiddetin Tarihçesi’, ‘Şark Vaatleri’ ya da ‘Tehlikeli İlişki’ye bakıldığında ise fantezinin dışarıda tutulduğu, güncel sosyal meselelerle en temel insanlık durumlarının öne çıktığı hikâyelerle seyircisinin karşısına çıkmıştı. İlk olarak bu yılki Cannes’da gösterilen ‘Cosmopolis’ ise yönetmenin son dönem yapıtlarına yakın durmakla beraber ilk dönemdeki sadeliğinden ve tuhaf atmosferli bakış açısından da izler taşıyor.

‘Cosmopolis’, aslında bir edebiyat uyarlaması ve kitabı okuyanların ifadesiyle, Cronenberg el attığı metin sahibinin dünyasına sadık bir film ortaya koymuş. Uyarlamanın ne denli başarılı olduğu konusunda daha fazla bilgi için Murat Özer’in bugünkü Radikal Kitap’ta çıkan yazısına göz atabilirsiniz hatırlatmasında bulunup filme gelelim…

‘Berberimi isterim’
Önce konu: 28 yaşındaki Eric Packer, son derece zengin bir adamdır. Hayatı sürekli para ve etrafında dönen konuşmalarla doludur. Orta ölçekli bir evi andıran limuzini de bir anlamda tek sığınağıdır. Bütün işlerini orada halleder; görüşmelerini, tıbbi bakımını ve de sevişmelerini… Ama sırtını dayadığı koca servete rağmen, limuzine ve korumalarıyla tekinsiz bir coğrafyada ilerlediğine dair bir psikolojisi vardır. Nitekim sokak onun için kaotik bir ortamdır. Bir yandan başkana suikast düzenleneceğine dair haberler, öte yandan sokakları saran protestocuların varlığı ve o ortamda, genç kapitalistimiz sadece bir hedefe kilitlenir; çocukluğundan beri kendisini tıraş eden berbere giderek saçını kestirmek…

Cronenberg, Don DeLillo’nun 2003 tarihli romanını aynı adla uyarlarken zamanda kısa bir yolculuk yaparak hikâyeyi biraz da günümüze taşımış ama onun ötesinde, özellikle diyaloglar bazında sadakati üst düzeyde tutmuş. Film, ilk elde tipik bir kapitalizm eleştirisi gibi duruyor. Ama öykünün biraz daha içine girildiğinde yaşadığımız dünyanın insanları bireyci, nihilist, giderek son derece tehlikeli psikopata dönüştürdüğünün de altı çiziliyor. Packer, siyah-beyaz takım elbisesiyle ‘Rezervuar Köpekleri’ ya da ‘Matrix’ten fırlayıp gelmiş gibi ‘cool cool’ takılırken, her şey onun için alınıp satılan ve mutlaka bir değeri olan nesnelere dönüşüyor.
Evlilik yapmıştır ama karısıyla henüz yatıp yatmadığını bile anlayamıyoruz, zaten doğru dürüst bir birliktelikleri bile yoktur. Yolda giderken yandaki takside karısını görür ve kendi aracından inip taksiye binerek görüşme fırsatına kavuşur. Soğuk nevale görünümlü eşini arzular ve bu isteğini sık sık karşı tarafa bildirir. Lakin isteklerini daha çok orta yaşlı sanat danışmanı ya da koruma ekibine yeni katılmış genç bir kızla yaptığı kaçamaklarla gerçekleştirir. Bütün bu tablo içinde biz Packer’ın cinselliğe bakışında da benzer bir kafa karışıklığını ve meseleyi metalaştırma eğilimlerini görürüz. Sonlara doğru hikâyeye iştirak eden Bruno Levin ise sistem dışı bir karakter olarak kendisini tanımlamasına rağmen aslında anlarız ki onun derdi de dışlanmaktır. Ne zaman bileti kesilmiş, işte o zaman resme daha genel bakmaya başlamıştır Levin, oysa işinden olmasa sistemle ve sınıfıyla bir problemi de olmayacaktır.

Limuzinlerin gece hayatı
Bu kaotik ortamda Packer’ın üzerinde hassasiyet gösterdiği tek bir konu vardır; sahi bu limuzinler geceleri ne yapar? Sürekli bu sorunun cevabını arar genç kapitalist. Tıraş olma hadisesi ise onu çocukluğuna, şimdilerde yaşadığı bozulma öncesi masumiyet günlerine götürür. Oturur koltuğa ve babasının onu küçükken getirdiği berberde, hâlâ zaman geçirebileceğini ve bu yolla belki de bir ‘arınma’ yaşayabileceğini düşünür (muhtemelen).

Peki ya anlatım ve atmosfer? Sadelik kuşkusuz ustalıktır da. Cronenberg’in son dönem yapıtlarında bu türden bir ustalığın izlerini rahatlıkla görebilirsiniz, hoş ben Kanadalı yönetmenin her dönem yapıtlarını beğenirim ama örnek vermek gerekirse mesela ‘eXistenZ’, biraz yarımmış gibi gelir. ‘Cosmopolis’te de böylesi bir duyguya kapıldım. Elbette bu kez hissiyatım ‘yarımlık, eksiklik’ değil ama sürekli diyaloglar ve son derece ağır akan bir film, yer yer ‘sıkıcılık’ tehlikesi yaratıyor. Evet, sürekli ve kesintisiz laflamalar belki son derece içi doğru cümleler halinde önümüze geliyor ama yine de bu denli yoğunluk, bir noktadan sonra filmi özellikle fazla teatral bir hale büründürüyor.

Yeni ‘Amerikan Sapığı’
Ya oyunculuklar? Uzaktan uzağa ‘Amerikan Sapığı’nı da çağrıştıran ‘Cosmopolis’te Eric Packer’ı ‘ Alacakaranlık ’la tanınan Robert Pattinson canlandırıyor. Genç oyuncu, doğrusu rolünde sırıtmıyor hatta kendi kariyeri için de sınıf atlatan bir performans ortaya koyuyor. Filmin iki Fransızı Juliette Binoche sanat danışmanında, Mathieu Amalric de Rumen anarşist sanatçıda kısa ama öz takılıyorlar. Cronenberg’in bir önceki filmi ‘Tehlikeli İlişki’de de benzer şekilde ‘pür burjuva’ ve mükemmeliyetin içinde yeşeren bir kadın olan Emma Jung’u (Karl Gustav’ın karısı) canlandıran Sarah Gadon, Packer’ın karısı Elise’de de çok çok iyi. Samantha Morton, Packer’ın finans danışmanında, ilginç fiziği ve ses tonuyla Kevin Durand de başkoruma Torval’da ilgi çekici karakterlere imza atıyorlar. Benno Levin’de Paul Giamatti de ‘rol çalan’ bir oyunculuk ortaya koymuş.

‘Mekke’ şarkısına dikkat
Filmde en çok neyi beğendin diye sorarsanız, Somali doğumlu müzisyen K’Naan’ın, romanın yazarı Don DeLillo’yla birlikte sözlerini kaleme aldığı ‘Mecca’ (Mekke) adlı rap şarkısıydı derim. Bu şarkı nedense bana muhteşem geldi.

Sonuç? Cronenberg, bu ayki Sinema dergisindeki söyleşisinde ana karakterine ilişkin şöyle bir ifade kullanıyor: “Finans konusunda inanılmaz yetenekli ama insan ilişkileri konusunda ise son derece zayıf.” Filme bakarsak bu zayıflığın karşıtlığında ise adeta şatosu kabul ettiği limuzininden herkese biraz da böcek gözüyle bakan ama yine Cronenberg’in söylediği gibi yaptığı zalimliğin farkında olmayan bir insan var. Bu aslında günümüz modern toplumu için tipik bir ‘Kazanan’ prototipi. Cronenberg’in bu modele roman kaynaklı eleştirel bakış açısı da gayet yerinde ama film, yönetmenin kimi eski yapıtları kadar insana özel bir tat vermiyor sanki. Ama sonuçta bir Cronenberg filmi, günahları ve sevapları, eksiklikleri ve fazlalıklarıyla görülmeye değerdir…

Uğur VARDAN

______________________________________________________________________________________________________________________________

Talk is Fine: Cosmopolis - İlk İzlenimler

Pollock’la başlıyor Cosmopolis. Açılış yazıları, Pollock tablosu (ya da Pollock tablosuna benzer bir başka resmin) üzerine yansıyor. Akan boyanın kokusunu duyuyoruz adeta, bir sanat eseri gözlerimizin önünde oluşmakta. Film ilerledikçe de bu histen kurtulmak çok mümkün olmuyor zaten, Cronenberg, pek çok sahnede bu tamamlanmamışlık hissini koruyor, Packer’ın tatminsizliğinin seyirciye geçmesi için uğraşıyor.Cosmopolis, sevimli olmaya çalışan bir film değil, onu sevmeniz için hiç uğraşmıyor. 
 
Scorsese’nin anında kült ilan edilen Taxi Driver’ı gibi, Cosmopolis de, bir arabanın içinden New York’un sokaklarına ve Amerika’nın hallerine bakan, kendi hayatıyla ne yapacağını bilemeyen bir genç adam ve onun oyunun dışında kalmaya dayanamaması sonucu gelişen olaylarla ilgili. Aynı Taxi Driver gibi, şiddet ve güç ekseninde geçen, toplumsal patlamanın kenarında kalan bir bireyin kendiyle, şehirle ve tabii ki insanlık halleriyle hesaplaşmasıyla, aynada kendi gözünün içine bakıp gördüğü şeyleri sevmeyen genç bir adamın mücadelesi ile ilgili. Öte yandan, Cosmopolis’in esas (anti-) kahramanı, deha derecesinde zeki bir “wunderkind” ve akılara zarar bir servetin içinde sıkıntıdan patlıyor. Özellikle filmin ikinci yarısındaki firar girişimleri, bize sistemin içinden çıkılamayacak şekilde tasarlandığı hatırlatıyor. Bu anlamda Cosmopolis, Taxi Driver’dan daha umutsuz bir hikaye anlatıyor.
Eserleri çokça konuşulan, sosyal bilimciler ve edebiyat çevreleri tarafından incelenmeye doyulamayan DeLillo’nun sinemaya ilk uyarlanan kitabı Cosmopolis. Hikaye, 2000 yılının Nisan ayında New York sokaklarında geçiyor. Anlatıda önemli yer tutan varlık karşıtı gösterilerin “Occupy Wall Street” ile çakışması, DeLillo’yu kahin ilan etmemize yeter mi, bilinmez tabii, ama Cronenberg, pek çok ropörtajında bütün takdiri ona yöneltiyor, kitabı bir ileri görüşlülük baş yapıtı olarak selamlıyor. DeLillo’ya duyduğu saygı o kadar belli ki, Cronenberg bazı diyalogları kelimesi kelimesine kullanmaktan da, kurguyu bir adım ileri taşıyıp hikayeyi limuzinden ibaret bir kozanın içine saklamakta da beis görmemiş. Limuzin, yarı loş boşluğuyla, hem Eric’in aşırı korunaklı hayatının simgesi, bir nev-i anne rahmi işlevi görüyor, hem de sistemin içinden çıkılmazlığını simgeler nitelikte bir tabut gibi görünüyor.
Oyunculara gelirsek, Juliette Binonche’dan Paul Giamatti’ye, yan rollerde görünüp kaybolan herkes harika. Baş roldeki Robert Pattinson’ın ise onlardan geri kalır bir yanı yok. Cosmopolis’i rahatlıkla kendisinin yetişkin rollerine geçişi olarak kabul edebilir, risk alma hevesi konusunda kendisini kutlayabilir, bundan sonraki işlerini merakla bekleyebiliriz.   
  
Son olarak, Cronenberg’i eskisi gibi olmamakla suçlayanların Cosmopolis’de boddy horror meselesini sonuna götürdüğünü, etin geçiciliğini, her saniye ölüme biraz daha yaklaştığımızı, bu hızla ölürken, şimdiden ölü sayılabileceğimizi kafamıza vura vura anlatarak saf korkuya daha da yaklaştığını söyleyebiliriz bence. Politik söylemi, deneysel yapısı ve sinema dilinde yapmaya soyunduğu değişiklikleri görmezden gelip, kendi ölümlülüğünü fark eden bir adamın, hayatın gözünün içine bakmak için cehennemin dibine doğru yaptığı yolculuk olarak bile izlenebilir Cosmopolis. Kendini yakmadan sistemin dışına çıkamayacak bireyin çilesi olarak ya da. Filmin kapanışı, eminim ki Eric Packer’ın da hoşuna gidecek şekilde Rothko ile oluyor. Pollock’un kaotik enerjisiyle başlayan filmin, Rothko’nun huzur dolu tuvallerini hatırlatan detayların  sonuca ulaşmasının tesadüf olmadığı aşikar. Filmin Soyut Ekpresyonizm'in iki dev ismiyle çerçevelenmiş olması, kendisinin de bir nev-i sinemasal  Soyut Ekpresyonizm denemesi olarak selammlanmasına yeter mi, onu da siz filmi izledikten sonra konuşalım isterseniz.

______________________________________________________________________________________________________________________________

Milliyet: 'Cosmopolis'in Mutsuz Milyarderi

Sistemin merkezinde bulunmak ya da genel sistem yapısının ıstakalarından biri olmak...

Kapitalizmin tam çarkında dönmek ya da o çarkta dönen insanları izlemek...

Üstelik bu devr-i alemi sadece Manhattan'a bağlı yollardan ve bazen siyah bazen açık renkli camları olan limuzinin içerisinden gerçekleştirmek...

Ülkemiz sinema salonlarında, dün itibariyle kendisine yer bulan Cosmopolis'in; ana hatları dışına çıkmayan ve detaylara ihtiyaç duymayan genel yapısı; yukarıdaki satırlarla -neredeyse- bire bir örtüşüyor.

Limuziniyle Manhattan sokaklarında sıkışıp kalan ve ısrarla şehrin karşı yakasında bulunan berberine gitmek isteyen; fakat gün itibariyle şehrin karışık yapıda olmasından dolayı uzun bir süre istediği yere ulaşamayan genç bir milyarderin hikayesi; Cosmopolis. Trafiğin sıkışık olduğu ve limuzininden çıkamadığı 24 saatine tanık olduğumuz Eric Packer; bu süre zarfında hem eşi, hem işi ve hem de hayatına dair bir çok sorunu tüm çıplaklığıyla hisseder ve sorunların üzerine gitmeyi dener.

Usta yönetmen David Cronenberg'in yönetmenliğini üstlendiği, başrolünde; 18 yaş altı izleyici kitlesinin, filmlerine gözü kapalı bilet aldığı Robert Pattinson'ın bulunduğu ve Don DeLillo'nun 2003 yılında yayımlanan aynı adlı kitabının merkezine koyulduğu Cosmopolis; bir sistem eleştirisi sunmayı kendisine görev edinmiş halet-i ruhiye ile izleyicisini selamlıyor. Bu selamlama; özellikle filmin ilk yarısında, anlam bütünlüğünden o denli  uzak ve bohemi o denli fazla diyaloglarla uzatılmış ki; ikinci bölümdeki net tiradlar dahi yapımın ayağını yere saplam basmasını sağlayamıyor.

Cronenberg; söz konusu hikayeyi bir zengin - fakir ya da bir iş adamı - işsiz ikileminden çıkarmayı ne kadar denemişse, o kadar boşluğa savrulmuş. Sahnelerin, izleyeni meraklandıran; ama sonunda bir nihayetin olmadığına ikna eden durağanlığı kimi bölümlerde o denli zirvelere çıkarılmış ki; anlatıdaki neden - sonuç ilişkisini kaybetmemesi neredeyse imkansız hale gelmiş. Tüm bunların toplamında da Cosmopolis; neyi nereye oturtmasını bir türlü beceremeyen ve nasıl bir duruş sergilemesi gerektiğine bir türlü karar veremeyen bir yapım olmaktan öteye, ne yazık ki; gidememiş.

Bu tespitte bulunurken ve filmi dair olumsuz bir yapı çizerken; filmin hiçbir anlatı tarzına sahip olmadığı sonucuna varmaktan özellikle kaçınıyorum; çünkü film; aynı adlı kitabından da bilinebileceği üzere bir alt metne ve anlatı diline, elbetteki, sahip. Burada üzülerek vurgulamaya çalıştığım durum; Cronenberg gibi efsane bir yönetmenin; varolan hikayenin önüne geçmeye çalışması ve eldeki anlatı yönünü daha da dolambaçlı ve zor bir hale getirmiş olması. Hal böyle olunca da Eric'in; ne yakın korumalarından birini öldürmesi net olarak anlaşılabiliyor, ne de silahıyla eline nişan alması...

Halbuki filmin temel ve biricik merkezi tek sahnede kendisini belli ediyor. Eric'in eski bir çalışanı olan Benno Levin'le (Paul Giamatti) giriştiği, filmin sonundaki diyalog; yapımın en nitelikli ve hikayeyi toparlayıcı sahnesi olabilirmiş. Ama yine David Cronenberg, Cosmopolis'in; salt bir zengin - fakir klişesi gibi görünmesinden çekinmiş olmalı ki; bu sahneyi geri plana çekmeye çalışmış ve her ne kadar son sahnesi olsa da, deyim yerindeyse ondan tüm sihrini azat etmesini istemiş.

Gelgelelim, kendisini limuzinine kapatan ve dış dünya ile bağını sadece borsa rakamlarına ve karşı yakada bulunan berberine borçlu olan bu genç milyarderin hikayesi; bir "herşeye sahip olsa da mutlu olamayan insan" klişesinden kendisini çıkarmayı bir türlü başaramıyor.

Kısacası David Cronenberg; bir klişeden kaçıyım derken, bir diğerine yakalanıyor.

Bekir Özgür Aybar 
______________________________________________________________________________________________________________________________

Sabah: Limuzinin İçinde Yaşamak

Cronenberg'in çarpıcı filmini, Cannes'ın patırtısı içinde pek sevememiş ve küçümsemiştim. Burada bir kez daha izlerken, bakışım biraz değişti. Yine çok sevemedim, ama önemini takdir ettim. Kanadalı aykırı yönetmen, yazar Don deLillo'nun çok satan romanını uyarlarken, New York diye tanıtılan bir Toronto dekoru önünde bir tür 'mali melodram' anlatıyor. Yani Amerikan sinemasının çok sevip geçmişte de yaptığı türden; kahramanları iş adamları, borsacılar veya büyük şirketler olan, yani aslında fonunda kapitalizmin hakim olduğu bir film. Kapitalizmin ağababası olan bir ülkede şaşırtıcı bir seçim değil. Kahramanımız Eric Parker, mesleğini babadan devralmış, büro yerine kenti sürekli kateden dev bir limuzin arabayı seçmiş, tüm işleri kadar özel hayatını da -seks yapmaktan duygusal buluşmalara- orada çözümleyen bir iş adamıdır. Yaşının (28) ve becerisinin enerjisiyle, sürekli dünya borsalarını izler, yuan'dan baht'a tüm o garip isimli para birimlerini tanır, parasal iniş çıkışları denetler, yatırımları yönlendirir. Yine çok zengin bir adamın kızı olan eşiyle, sık sık seviştiği fahişelerle, sadık şoförü ve güvenlik şefini yanından ayrırmadan yaşadığı bu göçebe hayatta kenti saran protestoları, giderek artan isyanları da camın ardından izler. Dışarı adım attığında, onlara hedef olmaktan kaçınamaz. Arada bir kapağı attığı sayılı kapalı mekanlarsa ucuz bir otel odası ya da ayaküstü yenen bir sandviççidir.

BEKLEDİĞİNİZE DEĞİYOR 


Film, Eric'in çeşitli kişilerle karşılaşmalarını yansıtan ve sanki bitmeyen bir diyaloglar dizisi halinde gelişiyor: Son yılların en geveze senaryolarından biri... Özellikle ilk bir saattte bu, insanın sabrını zorluyor. Ancak diyaloglar öylesine zekice, cümleler öylesine anlam zengini ki, insanın hepsini bir kenara not edesi geliyor. Ve tüm o gelip-geçen karakterlerin her biri, kendi içinde kusursuz ve çok yönlü: Juliette Binoche'un fahişesinden Mathieu Amalric'in Balkan kökenli Wall Street protestocusuna... Ayrıca yabancı kimlikler de bu Manhattan macerasına evrensel bir nitelik katıyor: Binoche ve Amalric'in yanısıra müslüman rapçi Brother Fez, yine Müslüman şoför Afrika kökenli İbrahim, İtalyan kökenli berber, Balkan bodyguard vs. Ama en ilginci, finaldeki 'umutsuz anarşist' Benno Levin'le (Paul Giamatti) karşılaşma: Filmdeki karşılaşmaların en uzunu... Burada, Levin'in temsil ettiği, 'gerçekten umutsuzluk ve korku içinde yaşayan insanlar'dan biriyle, yine onun deyişiyle 'kontrolden çıkmışçasına zengin' diğeri bir büyük düelloya soyunuyorlar: Silahı söz ve hakaret olan bir düello... Ve arkasında gizlediği o büyük, yaman, radikal olduğu kadar duygusal görkemli kapitalizm eleştirisi... O zaman, birden o ana dek sabrınızı zorlamanın ödülüne kavuştuğunuzu hissediyorsunuz. Çünkü sonuç olarak film, tüm o mızmızlığını aşıp, kapitalizm denen ideolojiye insan/birey düzeyinde ve de sanat yoluyla getirilmiş en etkileyici eleştirilerden birine dönüşüyor. Tüm o ekonomi sayfalarından sızan ve bol reklamla fark bile edilmeyen insan dramlarına, parlak vaatlerin ardındaki mutsuz kitlelere, her şeyi olanlarla hiçbir şeyi olmayanların artık büyük kent sokaklarına taşan çatışmasına tanık oluyorsunuz. Ve de Cronenberg'in dehasına bir kez daha iman ediyorsunuz.


Atilla DORSAY

______________________________________________________________________________________________________________________________


Haber Türk: Limuzine sıkışmış bir ‘metropol vampiri’


Martin Scorsese’nin “Taksi Şoförü”nde bir taksiyi şehir hayatının tabanına yerleştirerek oradan bütün çarpıklıklara bakış atmayı kafasına takan, Travis Bickle adlı bir de modern kötü adam yaratan bir yön izlediğini biliriz. Cronenberg de burada Packer adlı milyarder bir iş adamının izini sürüp oradaki ‘sınıfsal dip’ durumunu ‘yukarı’ya çekerken, taksi imgesini de limuzinin genişliği, konformistliği ve sterilliği ile değiştiriyor. Böylece ‘zengin sınıf’a mensup, narsist ve sevgisiz bir kan emicinin gözünden New York metropolüne bakan, buradan da seksi, şiddeti ve sosyopolitik yozlaşmaları inceleyen bir ‘modern/postmodern suç filmi’ne açılıyor. “Cosmopolis” adının ‘çok ulusluluk’ anlamıyla da bu derinlik artarken, büyük oranda Cronenberg’in Fassbinder’in tiyatro estetiğini kullanan ‘aşırı yapay’lık odaklı görselliği ile senaryonun hesaplı diyalog aritmetiğiyle dikkat çeken bir eser izliyoruz. İnsanoğlunun varlığının devam edip bilgisayar teknolojisinin ortadan kalkacağını iddia eden film, büyük oranda şehir hayatındaki tek günlük kargaşanın etkileri üzerine ‘kuş bakışı’ bir yorum sunuyor. Adına atıfta bulunurcasına ‘ultra kapitalist bir bina’nın tuğlalarını bir bir sıralarken kıyametin varlığıyla gelebilecek insani ya da sınıfsal hastalıklara tedavi arıyor.


Cronenberg’in ‘kapitalizm’ ile belli sıkıntıları olduğu bildiğimiz bir şeydir. Bu durumu ‘TV programı’ (Bkz. “Videodrome”), ‘cinsel fantezi’ (Bkz. “Çarpışma”) veya ‘bilgisayar oyunu’ (Bkz. “Existenz”) üzerinden fazla farkettirmeden kendi sinema koşullarıyla güncellediği de açıktır. Burada ise New York’ta yaşayan milyarder bir iş adamının, burjuva sınıfına mensup sevgisiz, yabancılaşmış bir bireyin dünyasına uzanıyor yönetmen. Ancak bu ‘odaklanma’ ondan alışık olduğumuz ‘body-horror’ (bedenle ilişki kuran korku türü) etkili anlatı geleneğinden çok uzakta seyrediyor.

Son dönemindeki modern suç filmlerinin bir yenisi
Zira yönetmenin, ‘korku/bilimkurgu filmleri’ ile örülü ilk döneminin ardından 1988 sonrasında gelen ‘beden-teknoloji’ ilişkisini güncelleyen olgun ve gerçekçi eserlerinin devreye girdiği, 2000’lerde ise ‘psikolojik’ bir ambalajın bunun yerine geçtiği söylenebilir. Bu durum da büyük oranda ‘suç hikayesi’nin içinde ‘psikoloji’yi öne çıkarıp ‘cinsellik’ ve ‘şiddet’i yan unsur olarak içeriye dahil etmek. Body-horror’ı tamamen dışlayan bu eğilim, insan-teknoloji ilişkisi adına da belli şeyler içermiyor aslında.
“Cosmopolis” (2012) de büyük oranda bu periyodun ‘modern suç filmi’ denemelerinin bir yenisi. “Örümcek”in (“Spider”, 2002) ‘psycho-noir’ (ana karakterin belleğinde geçen kara film alt türü) düşünceli şizofrenik evreninin, “Şiddetin Tarihçesi”nde (“A History of Violence”, 2005) minimal bir western atmosferinde ‘bastırılmışın geriye dönüşü’ olarak karşımıza çıktığı, “Şark Vaatleri”nde (“Eastern Promises”, 2007) ise bir gangster filmine transfer olduğu görülmüştü. “Tehlikeli İlişki” (“A Dangerous Method”, 2011) ise Freud-Jung hayranlığından bir ‘cinsel fantezi’ yorumu adı altında okunabilir.

Şehrin bilinçaltı ‘taksi’den alınıp ‘limuzin’e sıkıştırılıyor
Ancak burada yönetmenin büyük oranda “Taksi Şoförü”nde (“The Taxi Driver”, 1976) Martin Scorsese’nin Post-Vietnam dönemi için yaptığını New York’taki ekonomik çöküşün adı haline gelen Occupy Wall Street olaylarının çevresine yerleştirdiği görülebiliyor.
Bu durum da büyük oranda ‘taksi’nin yani ‘sakillik’in, ‘taban’ın ya da ‘pislik’in içinden metropol hayatına bakışı burada ‘tepe’ye, ‘tavan’a yerleştiriyor. Taksi gibi ‘kiralık’ bir ‘iş’ objesinin, stilize renklerin yerini, aşırı zenginliğin, biçimci dünyanın ve yabancılaşmanın da değişmesiyle ‘beyaz limuzin’in geniş ama sıkışmış klostrofobik ‘mekan’ olgusu alıyor. Şehrin bilinçaltını temsil eden o ‘sahipsizlik’ duygusu, burada ‘uç sahiplenme’ ile temsil buluyor. Girişin oradakinin aksine bir ‘alt açı’dan kamerayla beyazlar içinde duran Packer’a doğru kaydırma ile gerçekleşmesi de ‘gerçek lider’i açığa çıkarıyor. Scorsese’nin ‘alt’taki suçluya bakışını ve stilize kimliğini farklılaştırıyor.

Edward Albee diyalog zekasıyla örülmüş bir Patrick Bateman kıvamında
Cronenberg’in ‘Packer’ soyadlı ana karakterini kullanırken bu mekanı zekice planlayıp bir ‘mini ofis’e çevirmesi de bir anlamda kısa sürece, bir güne tıkılan filmden doktoruyla, siyahıyla, Romeniyle, metresiyle, asistanıyla, güvenlik görevlisiyle birlikte bir ‘Cosmopolis’ çıkarma amacına kadar uzanıyor. Adına atıfta bulunurcasına ‘kapitalist’ bir binanın tuğlalarını bir bir sıralaması bir yana, çok ulusluluğu da unutmayıp bu ‘parça’ların hepsini göze batan farklı bir renk paletiyle karşımıza çıkardığı söylenebilir. Bu doğrultuda da hedefine büyük oranda ulaşırken Don DeLillo’nun, Tennessee Williams ve Edward Albee’nin diyalog yetkinliğini hatırlatan romanının bu dolgunluğundan beslendiği çok açık.
“Kim Korkar Hain Kurttan?”ın (“Who's Afraid of Virginia Woolf?”, 1966) yozlaşmış banliyö sınıfının ağzından ‘kötü sözler-küfür-alkolizm’ odaklı dünya için canlanan cesur diyaloglar, burada burjuvazinin en üstünden bir karaktere uygulanıyor. Böylece cinselliğin, şiddetin ve daha nice ‘tehlike’nin ekonomik açılma, sanal sermaye, borsa gibi konular üzerinden incelenmesine dönüşüyor. “Amerikan Sapığı”nın (“American Psycho”, 2000) Patrick Bateman’ının farklı bir versiyonu olarak görülebilecek bu karakter, “Borsa”nın (“Wall Street”, 1987) Gordon Gekko’su ve “Utanç”ın (“Shame”, 2011) Brandon’ıyla da akraba...

Seks ve şiddet reklamlarıyla işe ara veren bir metropol vampiri
Zira her şeyi o kadar tüketmeye açık bir sevgizlik abidesi ki kendisi, ne prostat asimetriği hastalığını araştırmak istiyor, ne ölüme tepki veriyor, ne de hayatındaki kadınlara karşı duygusal bir bağ hissediyor. Adeta bir metropol vampiri ya da kapitalizm canavarı olarak anılabilecek Packer, yoldan gelip geçenleri içeriye alıp ‘ıslandım, sen de ıslandıysan seks yapabiliriz’ gibisinden bir ‘sınıfsal erozyon’u devreye sokacak kadar ahlaksız ve içten pazarlıklı... 
Evi olarak anılabilecek limuzindeki ‘metalik’ tonların yüz ifadesine sindiği bu karakterin yönetmenin becerisiyle ‘reklam’ niyetine dışarıda dolaşması da bir anlamda ‘seks’ ve ‘şiddet’ arasına yarıyor. Böylece ‘tuğlalar’ da daha usturuplu bir sıraya sokulup binanın parçaları rengarenk hale getiriliyor. Zira Romen bir adamın, ‘Fidel’i bile sabote etmiştim’ deyip ona saldırması, bir suikastçinin peşine düşmesi, bir hayat kadını ile beraber olması veya sarışın-ruhsuz bir ‘güzellik’ abidesine ‘yaz’mayı bir ‘gereklilik’ olarak görmesi bu ‘psikolojik arayış’ adına ‘görev’ haline getiriliyor.

Dış mekanlarda plastik ve yapay doku daha da açığa çıkıyor
Kendi iş hayatını eski eşle yapılan ‘sakil’ seks, asistanının piyasaya dair doğru lafları, sanallıktan anlayan karakterlerin öğreticiliği ve rap müziği adına didaktik laflarla atlatan karakterimiz, ‘dışarı’ya aç derseniz o da değil. Zira o bir şekilde ‘toparlayarak’, bütün metropol hayatındaki yozlaşmaya bakış atma derdinde. İçindeki yapaylık da dış mekan sahnelerindeki ‘mükemmeliyetçilik’ ile açığa çıkıyor.
Büyük oranda sarışın kadınla beraber olunan birkaç açı-karşı açı tekniği gerektiren sekansta, pastel renkleri öne çıkarıp ışığı fazla geçirmeyen yönetmen, ‘objektif’ bozulumunu ‘hafif’çe filizlendirerek kararlarını alıyor. Limuzin içi ise büyük oranda üst ve alt açı niyetine Packer’ın iş hayatındaki ‘liderlik’ ile ‘kölellik’ arasındaki geçişini vurgulamaya yarıyor. Orta ölçekli planlar ana araca dönüşüyor.

Fassbinder etkili tiyatro estetiği, kapitalizmdeki ‘hastalık’ı belli ediyor
Renklerden yararlanırken adeta skeç skeç işlenen bir tiyatro estetiği de büyük oranda Rainer Werner Fassbinder’in yabancılaştırıcı ilk dönem eserlerini akla getiriyor. “Bitter Tears of Petra Von Kant”ın (“Die bitteren Tränen der Petra von Kant”, 1972) yapaylığı vurgulayan bayağı (kitsch) renklerle örülü stili burada birebir canlanıyor. Yozlaşmaya, egoya ve narsisizme vurgu yapıyor. Cronenberg de bunun arasına senaryonun aritmetiğini zekice yerleştirip ‘modern suç filmi’, ‘aşırı kapitalizm dönemi suç filmi’ ya da ‘postmodern suç filmi’ne doğru ilerliyor. Teknolojinin yitip gidip insanoğlunun kalıcı olacağı bir ‘kıyamet’ portresinde ‘hastalık’ı belirliyor.
“Taksi Şoförü” gibi ahlakçı bir sorgulamaya düşmeye tercih etmeden bu karakterin herkesi kemiren bir narsist, bir kapitalizm mahluku ya da bir metropol vampiri olduğunu simgeleyen eser de büyük oranda aslında, son dönem New York’undaki kargaşaya odaklanıyor. Yürüyüşleri, rap şarkıcılarını, metresleri ve daha nicesini onun gözünden ultra teknolojik silahla ve bilgisayarlı ofisten izliyoruz. Suçu işlemesine gerek kalmayan bir ‘canavar’la yüzleşiyoruz. Günahlardan arınıp ‘katil’leşmeye alan açan ‘alegorik merkez berber’in konumunu da unutmayalım tabii. Pattinson’ın oyunculuk duruşu da bu noktada ‘beyaz pudra’ ile açığa çıkıp ‘yapay’lıktan güç alıyor.

Dar alana hapsedilen bir kapitalizm temsili ya da bilinç dışı bir toplumsal alegori
Limuzin büyük oranda bir ‘dar alana sıkıştırılan kapitalizm’ ya da ‘bilinç dışı bir toplumsal alegori’ metaforu olarak uzunluğu ile klostrofobik etki yaratırken, yönetmen bu duruşu dış mekan sahnelerinde de büyük oranda korumuş. Orta plan-yakın plan arasında gidip gelen çekim ölçeklerini, üst açı, alt açı ve bakış açısı kamerasına zaman zaman zekice çevirmiş. Anlatıya da ‘yapay renkler’den ve metaforlardan anlam alan bir bütünlük eklemiş. Bu durum büyük oranda ‘çarpık’lığı ya da ‘yapma’lığı ortaya koyarken Pattinson’ın da ‘vampir’ halinde büyük insanların kanını emen bir aristokrat gibi çizilmesi tesadüf değil.
Zira buradaki esas suç, “Taksi Şoförü”ndeki şiddetin aksine onun böylesi bir figür olarak sınıfsal arayı açması, diğer insanları umursamaması ve bir kargaşa yaratması. Çünkü her ne kadar bunun ‘somut’luğuna kaysa da böylesi bir duruş var. Yani o başyapıtın etkisindeki “Yaşamın Kıyısında” (“Bringing Out the Dead”, 1999) ve “Edmond” (2005) gibi eserlerden farklı olarak buradaki ‘suç’ meselesi metaforik bir aşırılık ilacına ve hınzır bir tiyatro estetiğine çevriliyor. Elbette ki sınıfsal değişim esasına uyum sağlayarak...

FİLMİN NOTU: 7/10

Kerem AKÇA

______________________________________________________________________________________________________________________________



Şalom Gazetesi: Küresel Ekonomik Krize Bakış

David Cronenberg “COSMOPOLIS”te zengin bir gencin varoluş açmazlarını anlatıyor

Bazı edebiyat eleştirmenlerinin, 21. yüzyılın ilk başyapıtı olarak nitelendirdikleri Don de Lillo’nun “Cosmopolis”ini sinemaya uyarlayan Cronenberg, kapitalizmi sorgularken gelecek için karanlık bir tablo çiziyor. Film boyunca, Manhattan’da limuzininde hapis kalan, 28 yaşındaki multi milyarder bir bankerin 24 saat boyunca yaşadıklarına tanıklık ediyoruz. Bu şizofren, hastalık hastası genç, Japon Yeni'nin aşırı değer kaybıyla, bir günde imparatorluğunun çöküşünü ve attığı her adımın kendisini korkunç bir sırra yaklaştırdığını görecektir.


Her filmiyle olay yaratan, Kanada’lı yönetmen David Cronenberg, kimi edebiyat eleştirmenlerine göre 21. Yüzyılın ilk başyapıtı diye nitelenen, Amerikalı postmodernist yazar Don De Lillo’nun ‘Cosmopolis’i ile zengin bir gencin varoluş açmazlarını anlatıyor.

Kapitalizmin dibe vurduğu günümüzde, 28 yaşındaki altın çocuk, mültimilyarder bankacı Eric Paker’in (Robert Pattinson) Manhattan’da beyaz, görkemli limuzininin içinde, saçını kestireceği berbere giderken yaşadıklarını izliyoruz. ABD Başkanının ziyaret ettiği New York’ta, kaos yaşayan Manhattan’da trafik durma noktasındadır, üstelik ekonomik krizi protesto eden nümayişçiler olay çıkarmaya kararlıdır.

Kapitalizmi sorgulayan, cinsellik, para, zevk temalarını otopsi masasına yatıran, finansal yatırımları karanlık bir kuyu olarak tanımlayan ‘Cosmopolis’, gelecek için karamsar bir tablo çiziyor.

James Joyce’un “Ulysses” ini New York’a adapte edilmiş modern bir versiyon olarak kaleme alan Don De Lillo’nun romanını, David Cronenberg altı günde senaryolaştırarak, diyalogları yazmış.

Çevresindeki olaylara duyarsız kalan, çevresinde olup bitenlerle ilgilenmeyen, şizofren, hastalık hastası Eric, paranın sağladığı her lüksü kullanır.

Kendinden dahi kaçan Eric, ilgilenmediği ekonomik krizde, Japon yeninin aşırı değer kaybıyla, bir günde imparatorluğunun çöküşüne tanık olacak ve her attığı adımın kendisini korkunç bir sırra yaklaştırdığını görecektir.

Kaotik bir ortamda günümüz toplumunun tipik bir “kazanan” prototipi olan, finans konusunda uzman ama insan ilişkilerinde sıfır olan Eric Paker tehlikeli bir psikopat olarak duruyor. Bu ego/manyak, yaptığı zalimliğin bilincinde olmayan, kibirli para babası, öldürüleceğinden emindir. Ne zaman? Nerede? Kimin tarafından?

Kaplumbağa hızıyla limuzininde hayatının en önemli 24 saatini geçiren Eric’e yol boyunca, karısının, sevgililerinin, muhasebeci ve iş arkadaşlarının, her gün check-up’ını yapan özel doktorunun ziyaretlerine tanık oluruz. Çocukluğunu geçirdiği, yaşamında başarılı olamamış babasının yaşadığı ve berberinin bulunduğu semte doğru ilerleyen limuzininde, küstah, tatminsiz genç milyarderin, kendisini terketmeye karar veren karısının ve bir rap müzisyeninin ölüm haberlerini alırken göz yaşlarına hakim olamadığını görürüz.

Uçurumun eşiğine gelen, anarşistlerin saldırısına uğrayan (bu arada baba dostu berberini ziyaret eden) Eric’in yolculuğunun son durağı, işinden kovduğu bir bilgisayar dehası olan Benno Levin’in çöp evidir.

22 dakika süren kesintisiz final sahnesinde bu rolü oynayan Paul Giamatti’nin muhteşem tiradını ve onun yanında ezilmemeye çalışan Robert Pattinson’un başarıyla yansıttığı çaresizliğini ve tükenişini izleriz.

BİR METROPOL KABUSU 

David Cronenberg’in kusursuz sinema tekniğini sergilediği filmde, elindeki edebi metni, oyuncularını ustalıkla yöneterek, ilginç temalar eşliğinde görselleştiriyor.

Colin Farrell’in ‘Geleceğe Çağrı / Total Recall’nın yeniden çevriminde oynamak üzere ayrılmasından sonra Eric Parker rolünü “Alacakaranlık” serisinden tanıdığımız Robert Pattinson’a vermesiyle, Cronenberg çok eleştirilmişti. Asosyal Eric Packer karakterinin yalnızlığını, çaresizliğini çektiği derin acıları yansıtmada başarılı gözüken Robert Pattinson, önemli bir yönetmenle çevirdiği ilk filminde geçer not alıyor.

‘Tehlikeli İlişki / A Dangerous Method’dan sonra Cronenberg ile ikinci kez çalışan Kanadalı güzel aktris Sarah Gadon, bu yıl Cannes’da “Belirli Bir Bakış” bölümünde yarışan oğul Cronenberg (Brandon)un “Antiviral”in de başrol oyuncusuydu. Gadon filmin diğer kadın oyuncuları Juliette Binoche ve Samantha Morton’a güzel fiziğiyle fark atıyor. Bu iki aktris filmde Eric’in metresi ve sevgilisini çok kısa rollerle, canlandırıyorlar.

Filmde Rumen anarşist gösterici olarak izlediğimiz ünlü Fransız karakter oyuncusu Mathieu Almaric’in de küçük bir rolü var.

Bu bol diyaloglu, seyri zor ve yorucu, karanlık film her şeye rağmen izlenmeyi hak ediyor.

Viktor APALAÇİ 

______________________________________________________________________________________________________________________________

Bir Gün Gazetesi: COSMOPOLİS Psikopatların kokusu

Günümüzün belki de en önemli yönetmeni olduğunu düşündüğüm David Cronenberg, son filmi Cosmopolis’te karşımıza bu kez genç bir kapitalist portresiyle çıktı. Alacakaranlık dizisinde canlandırdığı vampir karakteriyle ünlenen Robert Pattinson, Eric Packer adlı bu genç borsacı zengini oynuyor. Vampirlerin yaşayan ölüler olması ve Packer’ın da duygusal anlamda bir ölü oluşu Cronenberg’e göre tamamen tesadüf. Ne Pattinson’ın ne de kendisinin geçmiş filmlerinin Cosmopolis’i yaparken bir önemi olmadığını, röportajlarında özellikle belirtiyor yönetmen. Ama yine de bu çağrışımdan kaçınmak imkânsız. Çünkü Cronenberg, Packer’ın filmde vaktinin büyük kısmını geçirdiği limuzinini, bir tabut olarak niteliyor. Vampirlerin gündüzleri tabutta uyudukları düşünülünce, bağlantı daha güçleniyor.

Packer, evet, mecazi anlamda bir vampir. Packer mütevazı bir geçmişi olan bir adam. Fakat daha  yirmili yaşlarını sürerken borsada yaptığı spekülasyonlarla trilyoner olmuş. Packer’ın bir gününü anlatan film aynı zamanda bir yol filmi. Ama yol filmlerinde olan, doğa manzaraları ya da değişik yerleşimler yok bu filmde. Her şey Manhattan’ın sınırlı bir bölgesi içinde geçiyor. Packer o gün çocukluğunda gittiği berberine gitmek istiyor. Çocuklaşmak, berberin koltuğunda belki de Semih Kaplanoğlu’nun “Yumurtası”ndaki Yusuf gibi teslim olmak, “gerilemek” istiyor. Ama Yusuf modern hayatında yaşadığı hayal kırıklıklarına, yeni/eski muhafazakâr dünyasında bir merhem bulabilmişken, Packer’ın böyle bir şansı olmuyor.

TÜM YOLLAR GÜVENLİK NEDENİYLE TIKALI


Packer’ın limuziniyle berberine gitmek istediği gün, ABD Başkanı’nın da şehre indiği gün. Dolayısıyla bütün yollar güvenlik nedeniyle tıkalı. Üstelik sadece Başkan’ın korunması gerekmiyor, Packer’a da yönelik bir suikast tehdidi var. Ama trafik adım adım ilerlese de Packer aynı şeyi söylemeyi sürdürüyor: “Saç traşına ihtiyacımız var”. Ve başka bir berber seçeneğini düşünmek dahi istemiyor. Packer’ın kendisini “biz” diye tanımlaması onun psikotikliğinin de bir işareti. Packer birey olamamış, “biz”ey olmuş.      

YAŞANAN BİR SERMAYENİN BİRLEŞMESİ

Packer empatiden, sosyal bir duyarlılıktan yoksun biri. Kazandığı paraların yoktan var olmadığını, başkalarının cebinden çıktığını, kendi cebine giren her kuruşun başkasını yoksullaştırdığını düşünen biri değil. O gün berberine doğru yola çıktığında, Packer’ın dünyası da çöküşe geçiyor. Packer Çin’in para birimi Yuan üzerinden büyük miktarda borçlanmış (Yuan aslında tam anlamıyla konvertibl bir para birimi değil, dolayısıyla bugünün finans dünyasında bu mümkün değil). Fakat Packer’ın beklentisinin aksine Yuan o gün müthiş bir hızla değer kazanıyor, dolayısıyla Packer’ın borcu da katlanarak büyüyor. Packer’ın serveti yok olurken, diğer ilişkileri de yok oluşa doğru gidiyorlar. Packer’ın Amerika’nın soylu ailelerinden gelme bir karısı (Sarah Gadon) var. Ama bu evli çift, bırakın yatakta nasıl olduklarını bilmeyi, daha birbirinin göz rengini bile bilmiyor. Bir sermaye birleşmesi yaşadıkları daha çok. Görücü  usulü evlilikten beter bir durum yani.

Packer berberine doğru bir kağnı hızında ilerlerken, karısıyla da karşılaşıyor. Son derece steril bir soylu hayatı yaşayan karısı, Packer’ın ne yaptığını, neler yaşadığını koklayarak anlıyor! Packer’ın yol boyunca başka kadınlarla kah limuzinin içinde kah bir otel odasında sevişmelerinin kokusunu alıyor karısı. En elitlerin iletişimi en ilkel, en hayvani biçimde yani koklayarak gerçekleşiyor.

BU PSİKOPATLARI KİM YARATIYOR?

Packer’ın limuzininde seviştiği kadın (Juliette Binoche) bir sanat ürünleri taciri. Packer anti-sosyalliğini kamuya ait bir şapeli, içindeki Rothko resimlerini de değil, şapelin tümünü satın almak isteyerek de gösteriyor. Başkası o şapeli görmek istiyorsa, benden daha yüksek fiyat versin diyecek kadar anti-sosyal biri o.

Kapitalizm mi yaratıyor bu psikopatları, yoksa kapitalizm bu psikopatlara başarılı olabilecekleri bir ortam mı sağlıyor? Filmin cevabı daha çok ikinci şıktan yana çünkü Cronenberg soyut kavramlardan yola çıkılarak bir film yapılamayacağını, Packer’ın kapitalizmin ya da Wall Street’in bir simgesi değil gerçek bir insan olarak tasarlanan bir karakter olduğunu söylüyor. 

GERİYE KALAN PARÇALANMIŞ KİMLİK 

Yusuf’un çökmüş modern hayatından yola çıkıp, berber koltuğundan geçip, anne kucağı/ baba ocağında huzura kavuştuğunu söylemiştim. Packer çökmüş hayatından, berber koltuğuna geçmeden önce, dönülemez bir yola giriyor. Önce kendisini koruyan güvenlik görevlisini, sırf kendisi üzerinde böyle bir koruyucu gücü olduğu için öldürüveriyor. Bir başka baba figürü olan berberin koltuğunda Yusuf gibi huzura kavuşup, uykuya dalmıyor. Traşı bitmeden koltuktan kalkıp, berberin silahını da alarak tam karanlığa, başka türlü bir psikopatla karşılaşmaya doğru yola çıkıyor.

Kozmopolit bir şehrin içinde, taşranın aksine, bulunacak bir huzur yok. Ya da yetişkin birinin çocuklaşma şansı yok. Ya da bu çocuklaşma psikopatlığa karşılık geliyor. Varolan “sosyallik” de yıkılınca geriye sadece parçalanmış bir kimlik kalıyor.

BİR KEZ DAHA SEYRETMELİ

Filmin sonunu açıklamamak için sadece şunu söylemekle yetineyim: Packer’ın finalde karşılaştığı psikopatın da bir “koku” sorunu var! Packer’ın “koku”su evliliğini bitiriyor, Paul Giamatti’nin canlandırdığı psikopatın kokusu ise onun iş hayatına mal olmuş!

“Cosmopolis” kolayca sindirilecek bir film değil. Tıpkı yönetmenin bir önceki filmi “Tehlikeli İlişki” gibi bu film de seyirciye nefes alacak vakit bırakmıyor. Bir dizi ilişki, bitmek bilmeyen ve çoğunlukla duygudan yoksun diyaloglar, limuzinin yalıtılmış, Packer’ın ifadesiyle“Proust’lanarak ses geçirmezleştirilmiş hali, bir rüyadaymışız izlenimi yaratıyor. Bu Packer’ın dış dünyayla ama kendi iç dünyasıyla, duygularıyla da iletişim kuramayan halini yansıtıyor. Packer’a her şey uzak! Karmaşanın tam ortasındayken bile.

“Cosmopolis”in birkaç kez izlendiğinde daha fazla değer kazanacağını düşünüyorum. Cronenberg sinemanın en büyük isimlerinden biri; eğer bir filminden zevk almamışsam büyük ihtimalle yeteri kez izlemediğim içindir diye düşünüyorum.

Cüneyt CEBENOYAN

______________________________________________________________________________________________________________________________
 
Radikal: İri laflar...

Cosmopolis', bir limuzinde geçebilecek en hamasi konuşmalara sahip ilk ve tek film belki de

‘Cosmopolis`teki rol için önce Colin Farrell düşünülmüş, fakat Farrell, ‘Total Recall/ Gerçeğe Çağrı’daki rolü tercih edince, söz konusu rol kariyerine yeni bir yön vermeye çalışan vampir çocuk Robert Pattinson’a gitmiş.
Tesadüf, iki film de vizyonda; gördüğümüz kadarıyla önemli bir kazanan-kaybeden durumu yok. ‘Gerçeğe Çağrı’nın yeniden çevriminde başrol, hakçası, filmin etkileyici, ‘Blade Runner’vari görsel tasarımında. Filmle doğru dürüst ilgilenen bir yönetmen olmadı mı da kaşlarını endişeyle kıpırdatmaktan öte oyunculuk sergileyemeyen Farell ise bu görsel tasarımın önerdiği dünyanın içine düşmüş gibi. Pattinson ve meşhur neoklasik profili ise, kuşkusuz ilginç bir yönetmenin, David Cronenberg’in önerdiği dünya resminde hiç varlık gösteremiyorlar denemezse de orada asıl sorun Cronenberg’de. Cronenberg, kariyerinin başından beri beden ve onun çağdaş, teknolojik-travmatik ikameleri/uzantıları ile ilgilendi. Beden onda zaman zaman bir kılıf, bir (diğer) enerji kaynağıdır, hatta bazı filmlerinde ancak bir ‘priz’ kadar önemlidir. Daha sonra bariz fantastikten uzaklaştı, karakterlerini sarıp sarmalayan çevresel ‘beden’e önem vermeye başladı Cronenberg. Karakterlerin etrafındaki dünyayı, kimi zaman bıçakla kesilecek kadar koyu bir atmosfere dönüştürmek ve onları oraya yerleştirmek fikrini buldu. Garip, tutuk bir oyunculuk eşliğinde sergilenen bu dünya, Freud’la Jung’un hayatında bir dönemi anlattığı son filmi dahil, genellikle etkileyici sonuçlar verdi.

‘Cosmopolis’te Cronenberg, ana karakteri ve onunla ilişkiye geçen belli başlı karakterleri, filmin büyük bölümünde müdahale edilmiş, ‘uzatılmış’ bir limuzinin içine hapsediyor. Bu fikir, eski, ‘böcekli’ filmlerine benziyor; araba bir kabuk/ beden sağlıyor, dev bir kınkanatlı olarak hem sığınak, hem ‘yaratık’ oluyor. New York sokaklarında milim milim ilerleyen bu limuzin, esrarengiz, genç bir mültimilyarder olan sahibi ara sıra kabuğu terk etmek hevesine düştüğünde ya da kabuk saldırıya maruz kaldığında da kabuk/ zırh fikrinin göreceliğini hatırlatarak bizi irkiltebiliyor. (Delikanlının peşinde, meçhul sebeplerle hayatına kastedenler de var.) Mültimiyarderin gerçek kapitali, filmde birilerinin de söylediği gibi, birtakım bilgileri yan yana getirmek, ‘bilgi saymak’. Dev, hayali kapitalleri parmağının ucunda çevirerek gene dev, hayali kapitallere çeviren bu genç adamla (ve filmle) ilgili sorun, Cronenberg’in onu dev böceğinin içi ve dışı ile tarif etmekle yetinmeyip, ağzına büyük laflar tıkıştırması. Durum bu olunca karakter ben diyeyim bir Howard Hughes, siz deyin bir Zuckerberg ya da Jobs oluyor. Sorun, genç Yurttaş Kane edasıyla lafları art arda sıralayan Robert Pattinson’da değil. O bir biçimde kalkıyor altından işin; sorun, filme kaynaklık eden romanı sinemaya uyarlayanların kendilerinin laf sağanağı altında kalmaları.

Nadir örnekler hariç, sinema fazla laf kaldırmıyor ve bütün söylenenlere bir nesnel/ görsel karşılık (buradaki araba ve girip çıkışlar gibi) bulamadınız ya da bulduğunuza güvenmediniz de, balatalar yanabiliyor. ‘Cosmopolis’, bir limuzinde geçebilecek en hamasi konuşmalara sahip ilk ve tek film belki de. Oysa film, arabanın o garip, teknolojik kabuğundan çıkıp bir New York lokantasının, bir berber dükkânının ya da düpedüz sokağın sağladığı ‘hava boşluğu’na düşüşü uzay gemisinden kapsülüyle fırlayan bir astronot tekinsizliğine tercüme edebilirdi. Ama bir nevi ‘Occupy Wall Street’ hareketi ortasında kalmış sinik/ feylesof genç milyarderin yer yer hiç de ilginç olmayan ‘new age’ sayıklamaları manzumesi olup çıkıyor. Filmdeki ayrıntılardan biri esas çocuğun bir Mark Rothko tablosu satın almak istemesi. (Daha doğrusu Rothko’lardan oluşan bir şapel.) Kim istemez Rothko; ama film, karakterin ressama atfettiklerini hissettirmek yerine, hayatta bütün Rothko’lara da bu ahir zaman peygamberlerinin sahip olduğunu düşündürerek sinirlendiriyor sadece. Eskaza Rothko konusu açılsa bir de onun Rothko mavralarını dinlemeye katlanmak gerekecek. O limuzinin içinde hapis olarak hem de!

Fatih ÖZGÜVEN

______________________________________________________________________________________________________________________________

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder