13 Mayıs 1986'da Londra'da masmavi gözlerini dünyaya açan küçük bebeğin iki tane ablası varmış. Ablaları kardeşlerini çok sevmelerine rağmen onunla bir kız gibi oynarlar ve ona isim takarlarmış. Saç jölesini bulana kadar onlarla oynamak zorunda kalan bu çocuk yine de ablalarını severmiş.
Gel zaman git zaman bu çocuk okul çağına gelmiş. Çok akıllı olmasına rağmen dersleriyle pek ilgili değilmiş. Bu yüzden pek çok okul değiştirmek zorunda kalmış. O, ev ödevi yapmak yerine salyangozları biraraya getirip onları kurtarmayı yeğliyormuş. Bir gün bu yüzden öğretmeninden azar işitmiş ve öğretmeni onun aferin aldıkça kızaran kırmızı elmasını kendi oğluna vermiş. Bu çocuğun annesi ve babası oğullarını çok severlermiş. Hatta babası onu tiyatro kursuna gitmesi konusunda teşvik etmiş. Bu sayede bir sürü kızla tanışabilirmiş.
Başlarda kızlar konusunda çok şanslı olmasa da yakın arkadaşları konusunda çok şanslıymış. Birlikte müzik yaparlar, söz yazarlar ve benzer hedeflerin peşinde gitmek isterlermiş. Müzik onun özgürlüğüymüş. Artık genç bir adam olan bu çocuk arkadaşlarından biriyle küçük bir daireye çıkıp sefil hayatı bile yaşamış. Ne kirayı gününde ödemişler ne de faturaları...
Saçları sarıdan kum rengine dönmeye başlayan bu genç adam arkadaşlarının ve ailesinin desteğiyle önce modellik sonra oyunculuk denemeleri yapmaya başlamış. O zamanlar sağlam olan (hey gidi günler!) İngiliz aksanıyla küçük İngiliz filmlerinde oynamaya başlamış.
Bir gün bu iki arkadaşa bir film teklifi gelmiş. Filmin başrol oyuncusu büyük star Reese Witherspoon'muş. Rolleri çok büyük olmasa da bu iki genç (TomStu) film çekimlerini tamamlamışlar. Bizimki Reese Witherspoon'un oğlunu, arkadaşı da aynı yaşlarda başka bir çocuğu canlandırıyormuş. Filmi izlemek için salona geldiklerinde bakmışlar ki bizimkinin bölümleri filmden çıkarılmış. Büyük bir hayal kırıklığı yaşayan bu genci arkadaşları teselli etmişler.
Sonra şansı yaver gitmiş ve bir tane Harry Potter filminde oynamış ama canlandırdığı karakter aynı filmde ölmüş. Sonra Salvador Dali ve onun yakın arkadaşı Federico Garcia Lorca'nın hikayesini konu alan Little Ashes filminde rol almış. Bir yandan da sürekli deneme çekimlerine gidiyor, yapımcılara kendi görüntülerini gönderiyormuş.
Bir gün eline geçen bir projede daha önceden filmini izlediği ve çok etkilendiği bir oyuncunun ismini görmüş. Senaryodan mantıklı şeyler çıkaramasa da uçağa atlayıp yönetmen ve o oyuncuyla tanışmak için Amerika yolunu tutmuş. Deneme çekimlerinin büyük çoğunluğu berbat etmiş ama bu vampir oğlanla fani kızın macerasını böyle bir ekiple, küçük bağımsız bir film olarak çekme fikri çok kötü gelmemiş ve işte bu genç adamın hayatı böyle değişmiş.
Tüm dünya artık onu "Edward Cullen" olarak tanıyormuş. Dişi nüfusun çoğu ona aşık, yanıp tutuşmuşken eril nüfusun hepsi ondan nefret ediyormuş. Bizimki uzun süre bu olanlara anlam verememiş.
Artık bir dünya starı olduğu için tüm kapılar ona açılmış. Ama bizimki hiçbir zaman kendisinin kim olduğunu unutmamış. Ağzına her geleni istediği gibi söyleyebilmiş. Çoğu zaman şaka yaptığını sanmışlar. Kimisi de bir türlü onun kendine has şakalarını/esprilerini anlayamamış. O böyle devam etmek zorundaymış çünkü tüm bu bir rolle dünya starı olma durumu ona göre saçmalıkmış. Düşünmüş taşınmış ama oyunculuk yapıp yapmayacağına karar verememiş. Bildiği tek şey en azından başkası oynasa kendinin de izlemek isteyeceği farklı filmler yapmakmış.
Remember Me, Water For Elephants, Bel Ami gelmiş ardından. Her iki filmin arasına bir Twilight filmi de sıkıştırmış tabii ki. Bizimki yepyeni insanlar tanımış. Oyuncular, yapımcılar, senaristler set çalışanları... Kafasında bir şeyler oturtmaya başlamış. Yanındakinin de desteğiyle önce bir şeyler yazmaya başlamış ve bunları gizli tutmuş. Kendisini geliştirmesi daha çok görmesi geçirmesi gerekiyormuş. Bu sırada bir kesim hala onu küçümsemeye devam ediyormuş. Ta ki David Cronenberg Little Ashes filmini izleyene kadar...
David Cronenberg'le tanıştığında kendine olan tüm güvenini kaybetmek üzereymiş. Tek başına Cronenberg'in onunla çalışmak istemesi ihtimali bile onun hayal edebileceği noktanın çok üstündeymiş. Film çekimlerine başlamışlar ve bizimki kendini şaka gibi bir film setinde bulmuş. Kendini gerçekten ifade edebiliyor ve kimse tarafından sınırlandırılmıyormuş. Kimin onu ne kadar eleştireceği bir an önemli gelmemiş ve bu fikirden hoşlanmış. Yaptıklarını başkalarını memnun etmek için yapma fikrinden soğumuş ve içinden geleni yapmak istediğine karar vermiş.
Hiç beklenmedik bir anda Cosmopolis fragmanı internete düşmüş. Bizimkinin hayatı ikinci kez denemek üzereymiş. Tüm film sektörü bu filmi yere göre sığdıramamış. Herkes ona ve filme övgüler yağdırmış. Bir yandan ona zaten güveni olan insanlar diğerlerine "Siz daha önce neredeydiniz? Şans vermediniz ki. Şans verseydiniz görürdünüz." gibi tepkiler verirken kendisi de önyargıları hala anlayamadığından daha önce
yaptığı şeylerin oyunculuk değil de ne olduğunu merak etmeye başlamış.
Bu film Fransa'nın Cannes şehrinde gerçekleşen dünyanın en prestijli film festivali olan Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülü için aday da olmuş. Aynı ödüle aday olan başka bir film de kimilerini heyecanlandırmış. Çünkü onlara göre bu tesadüf ancak bizimkilerin başına gelebilirmiş. Onlar gururla festival için hazırlanmaya başlamışlar.
Gökten üç elma düşmüş. Biri Snow White'ın başına, biri Georges Duroy'un (Bel Ami) başına biri de fanfiction ile masal arasında yeni bir tarz yarattığını düşünen anlatıcının başına...
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder