9 Mayıs 2014 Cuma

Premiere Dergisi Röportajı (Mayıs 2014)

14 Nisan 2014. Robert Pattinson, depodan bozma fotoğraf stüdyosunda çekim için makyajını yapmak üzere ortadan kaybolalı 14 dakika oldu. Nihayet dışarı çıktığında yüzü daha sonra litrelerce su ve Gatorade yağmuru altında silinip gidecek olan siyah ve beyaz boyalarla kaplıydı. Açıkça görünüyodu ki Alacakaranlık Efsanesi'yle tanınan gençlik idolü yitip gitmiş yerini bir aktöre, hatta daha da büyüleyicisi - bu fotoğraf çekimini fotoğrafçı Danielle Levitt ile birlikte tasarlayan - bir sanatçıya bırakmıştı; filmografisi ciddi manada etkileyici bir hal alan bir sanatçıya. Yılın başından bu yana önce Werner Herzog'la (Queen of the Desert), ardından Anton Corbijn'le çalıştı ve yakında Harmony Korine ve James Grey'le (The Lost City of Z) çalışmaya hazırlanıyor. 2012 yılında Cosmopolis'le gittiği Cannes Film Festivali'ne iki filmle dönüş yapıyor; David Cronenberg'le tekrar bir araya geldiği Maps to the Stars ve Avutsralyalı yönetmen David Michod'ın (Animal Kingdom) yeni filmi The Rover; Pattinson'ın herkesi şaşırtarak geleceğinin parlak olduğunu gösterdiği bir western filmi.

İki yıl önce seni Cosmopolis'te bir limuzinin arka koltuğunda bırakmıştık ve şimdi bakıyorum, Cronenberg'in yeni filmi Maps to the Stars'da limuzin şoförü olmuşsun. [David Cronenber] Bunu bilerek mi yapıyor?

Belki de limuzinlerle ilgili bir film üçlemesi yapıyoruzdur... ama bu onun bilinçli olarak seçtiği bir şey mi yoksa değil mi bilmiyorum.

İki filmde yinelenen bir başka şey de takdir gören iki aktrisle yatman oldu...

Julianne Moore'la olan sahnem çok komikti. Üstelik sahneyi çekmeye başlamadan hemen önce tanışmıştık.

Ve bu durum Cosmopolis'te Juliette Binoche ile olan seks sahnesinde de yaşanmıştı. Bu senin aktrislere hoşgeldiniz deme şeklin mi?

Maps to the Stars'daki sahneyi çekmeden önce Julianne'le ilk kez konuştuğum anı hatırlıyorum. Bana "Klas projeler seçmeye devam et ve ilgi çekici filmlerde yer al." şeklinde tavsiyeler veriyordu. Ve sonra birden David "Motor!" dedi ve biz manyak gibi seks yapmaya başladık. Çok klastı, evet... (gülüyor). Bir de bunun haricinde aşırı sıcak bir ortamdı ve ben deli gibi terliyordum, alnımdan terler boşalıyordu. Kendi kendime kalp krizi falan mı geçiriyorum acaba diye sordum. Alnımdaki terlerin Julianne'in sırtına düşmesine engel olmaya çalışıyordum. Saçmalıktı. Bir süre sonra arkasına dönüp bana endişeyle baktı ve "İyi misin? Panik atak falan mı geçiriyorsun yoksa?" diye sordu. Nefesim kesilmiş ve terden sırılsıklam olmuştum, o ise gayet iyi durumdaydı.

İşini yarım yamalak yapan aktörlere benzemiyorsun.

Aynen. Ekranda gördüğünüz ter benim kendi terim. The Rover'da mesela sineklerle başım dertteydi. Daha önce hiç böyle bir şey görmedim. Sürekli yapay kana bulanmış oluyorduk ve dışarıya çıktığımız anda da 50 tane sinek etrafımızı sarıyordu. Bütün gün boyunca, durmaksızın etrafımızdaydılar. 

Avutralya çöllerinin göz kamaştırıcı yanı.

Cidden filmi adeta hiçliğin ortasında çektik. Filmde gördüğünüz insanların çoğu o gün bulunan kişiler. Mesela Guy Pearce'e silah satan minik bir adam var, etrafta dolaşıp duruyor, oflayıp pufluyor ve "Siktir, siktir, siktir!" diyordu. O adam gerçekten de öyle biriydi. Ve ayrıca dükkan sahnesinde çılgın bir suratı olan bir adam daha vardı. Onu da mekan araştırması sırasında buldular. Issız bir ev olduğunu zannederek içeri girdiklerinde içeride o adam ve karısıyla burun buruna gelmişler - kadın çıplakmış. Sonradan anlamışlar ki kadın doğallık düşkünüymüş.

Filmin en güçlü yanlarından biri minimalist tavrı. Senaryoda da böyle miydi?

Evet, bu ıssızlık hissi beni vahşi yanıyla etkileyen senaryodan geliyor. Film aşırı derecede yalın ama aynı zamanda kendi dünyasını da oluşturuyor. Bir kalite yaratıyor, ki bu da bana Cosmopolis'i anımsatıyor. 

Cosmopolis film kariyerinin dönüm noktası gibi oldu. Daha öncesinde bize bu filmin "sana cesaret verdiğini" söylemiştin. Bu cesaret hala büyümeye devam ediyor mu?

Büyük bütçeli bir gişe filmi yaptığınızda farkında olmadan bir topluluğa bağlı olarak çalışırsınız. Şu anda çektiğim küçük bütçeli filmlerde ise bir şeyler yarattığımı hissediyorum - bu da muhtemelen bu filmlerin tutkulu yanları yüzünden oluyor. Bu zaten çok bariz görünen bir şey. David Michod, The Rover'da pek çok şey denememe izin verdi, mesela çürümüş dişlerimin olması veya ensemin kazıtılmış olması gibi. Çünkü ensesinin kazıtılmış olması karakterime saf bir görüntü verecekti.

The Rover, kariyerinin yeni bir aşaması gibi görünüyor. Sana da böyle bir his veriyor mu?

Kendimi ekranda izleyip de ilk defa yetişkin birini gördüğüm an Romain Gavras'la çektiğim Dior reklamını izlediğim andı. The Rover da aynı duyguları uyandırdı, bu duygu Corbijn ile çektiğimiz Life'ta da devam etti. Artık kendime daha fazla güveniyorum ve filmlerimin Cannes'a seçilmesinin de bunda katkısı büyük. Yıllarca Alacakaranlık yüzünden dışlandıktan sonra egom biraz zedelenmişti doğrusu.

Festivali onur verici bir şey olarak mı görüyorsun? 

Hem de nasıl... Takdir görmenin en büyük şekli. Yıllarca canlandırıp canlandıramayacağımı bilmediğim rollerde oynamak istedim. Fakat şimdi risk ve sorumluluk almaya hazırmışım gibi hissediyorum.

İki yıl önce bize Romain Gavras'a ulaşmak için umutsuzca çabaladığını söylemiştin. Sonunda başarmışsın.

Dior reklam filmi ona ulaşmak için tek çıkış yolumdu. Kendi kendime "Artık nihayet bana cevap verecek," demiştim. O telefon görüşmesini hakkımla kazanmışım gibi hissettim... (gülüyor)

Seni genç Belmondo* gibi gösterme fikri nereden çıktı?

Dior'dan, hatta orijinal konsept çok daha sofistikeydi. Bazı yönlerini cidden değiştirdik. Romain'in görüntü yönetmeniyle çalışma şekli ortaya sıradışı şekilde canlı bir sonuç çıkardı. Mesela sahilde araba sürdüğüm sahneyi aslında çekmememiz gerekiyordu. Fakat Romain bunu sabahın 7'sinde çekti. "Acele edin, ışığı kaçırıyoruz!" diye haykırıp duruyordu. Hangi ışığı? Sabahın 7'sindeydik! Sahil ıslaktı ve araba kuma saplanıp duruyordu. Ve benim arabayı arkadaki iki modelle birlikte, 100 km hızla sürmem gerekiyordu. Bir yandan da Romain, "Işığı kaybediyoruz! Işığı kaybediyoruz!" diye haykırıyordu. Hiç böyle bir reklam filminde yer alacağımı düşünmezdim ama size şunu söyleyebilirim ki yaşadıklarım çok pozitif bir deneyimdi. Dior bize sonuna kadar özgürlük tanıdı.

Son röportajımız esnasında bize hayalindeki şeylerden birinin de James Grey'le birlikte çalışmak olduğunu söylemiştin, ki yakında bu da gerçekleşecek (Pattinson çok yakında Benedict Cumberbatch ile birlikte "The Lost City of Z" filminde rol alacak). 

Çekim tarihini Ocak ayına ertelediler, yine. Ve ben artık beklemekten yoruldum. Filmi Kolombiya'da çekeceğiz, çok çılgın olacak. Bu arada Harmony Korine ile bir şeyler çekebiliriz, ki onunla da 17 yaşından beridir çalışma hayali kuruyordum tıpkı James Grey gibi. Sürekli [Harmony Korine'e] filmin neyle ilgili olduğunu soruyorum ama bana söylemek istemiyor.

Filmografine Werner Herzog'u da ekledin! (Naomi Watts'la** "Queen of the Desert"de rol aldı.)

Bunu hiç beklemiyordum. Çok küçük bir roldü ama onunla çalışmaktan büyük keyif aldım. Konu ne olursa olsun [Werner Herzog'un] size anlatacağı bir anektodu ya da olası bir hikayesi vardır. Amanda Knox davası (İtalya'da oda arkadaşını öldürmekle suçlanan bir Amerikalı) yeniden açıldığı sıralarda biz çekim yapıyorduk ve Herzog bize gayet ciddi bir şekilde: "Halka yansıtılmayan belgeler gördüm ve [kızın] suçlu olduğunu biliyorum." dedi (gülüyor). Söylediklerine hiç ama hiç inanmadım.

Paparazziler açısından hala popüler misin yoksa bu histeri biraz sakinleşti mi?

Görüntülenmemekte daha iyi oldum diyelim. En son Londra'ya gittiğimde bir kere bile görüntülenmedim. En yakın arkadaşım bana "Bir dahaki sefere resmin çekildiğinde yalnız bırakıldığın bu anları hatırla. Ve bunu yıllarca çekilen resimlerinin bir devamı olarak değil de tek defalık bir olay olarak ele al," dedi. Çok haklıydı. Önceleri sokakta resimlerim çekiliyor diye deliye dönüyordum. Erkekler için bu durum daha farklı çünkü özel hayatınızın ihlal edilmesinin ötesinde maskülenliğinizle de maskara oluyorsunuz. Hiçbir şey umurlarında olmayan adamlarla burun buruna geliyorsunuz, fotoğraflarınızı çekiyorlar ama siz bir şey yapamıyorsunuz... Bazı anlar yaşadım ki onları öldürmek istedim. O günlerden bu yana biraz daha sakinleştim. Şey, en azından ben öyle düşünüyorum ama belki de bu durum artık daha az paparazzilere yakalanıyorum diyedir. Her şeyi alt üst eden bir başka şey de ben başka insanları canlandırarak para kazanıyorum. Her gün yüzümü gazetelerde ya da marketlerde gören insanlar oyunculuğuma nasıl inanacaklar?

Yani artık markete gitmeyip evden sipariş veriyorsun?

Hayır, her gün Dominos'dan pizza sipariş ediyorum (gülüyor).

Bazı aktörlerin sık sık bağımsız filmlerin arasına gişe filmlerini sıkıştırdıklarını görüyoruz ve bu durumu daha "sanatsal" işler yapmak için mecburuz şeklinde açıklıyorlar. Sana baktığımızda ise büyük stüdyo filmlerini afaroz etme kararı almışsın gibi görünüyor...

Evet çünkü ben ikisini de yapman gerektiği fikrine inanmıyorum. İnsanlar büyük ya da küçük filmler yapmanızı umursamıyorlar. Sadece sizi iyi filmlerde görmek istiyorlar. Bazen oyuncular durmaksızın bir büyük filmden diğerine atlıyorlar ta ki her şey sona erene kadar. Ve o an geldiğinde, umarsızca: "Anlayamıyorum, oyunu tam da kuralına göre oynamıştım oysa." diye düşünüyorlar. Oysa ki ortada öyle bir kural yok. Her şey her an yerle bir olabilir. Böyle bir durum karşısında benim avantajım ise hala yüzlerce dolar karşılığında Alacakaranlık fan etkinliklerine katılabilir ve hayranlara imza dağıtabilirim (gülüyor).

Sence Hollywood'un Alacakaranlık Efsanesi'nin yeniden çekme kararı alması kaç yılı bulur?

Hiçbir fikrim yok. Ama vampir akımının sona erdiğini düşünüyorum, sizce de öyle değil mi? Garip aslında birkaç gün önce Alacakaranlık'ta biriyle oynadığım bir sahneyi hatırladım. Sanırım son filmin ilk sahnesiydi, Bella gözlerini açıyor ve Edward'ı görüyordu, hayaletimsi bir görüntüydü. Kanada'nın dondurucu soğuğunda yaklaşık bir aydır çekim yapıyorduk, neredeyse depresyona girmek üzereydim. İyi olmamı sağlayan tek şey her sabah McDonalds'da kahvaltı yapmaktı. Dört haftanın sonunda o sahneyi çekme anı geldi; beyaz bir gömlek giyiyordum ver arkamdan ışık yansıyordu. Daha sonra o sahneyi izlediğimde bel bölgemdeki yağların açıkça göründüğünü fark ettim. Hatta geçenlerde TV'de tekrar denk geldiğimde hala öyle görünüyordu.

Bunca yıldan sonra hala Alacakaranlık hakkında anektodlar paylaşabilmene şaşırıyorum...

İlk filmin vizyona girişinin ardından 6 yıl geçtiğini ve filme 2007 yılında seçildiğimi düşündüğümde her şey çılgınca geliyor. 20'li yaşlarımın büyük bölümü bu proje üzerine odaklanmakla geçti. 2. film vizyona girdiğinde kendime gelmemin ve başka bir projeye yönelmemin 10 yıl falan alacağını fark etmiştim. 

Bu yıl Cannes'da tanıtacağın iki film bunları aşmanın 10 yıldan kısa sürdüğünün kanıtı...

Tekrar festivale gideceğim için aşırı heyecanlıyım. Bütün filmlerimin festivale seçilmesini çok isterdim. Şimdilik, Alacakaranlık'tan sonra çektiğim üç film de seçildi. Ve bunun devamının gelmesi için elimden gelen her şeyi yapacağım.

*Jean-Paul Belmondo, ödüllü İtalyan asıllı Fransız aktör, yapımcı. Adı ilk defa 1960'larda ortaya çıkan Yeni Dalga sinema akımı ile birlikte duyuldu.
**Naomi Watts, çekimler başlamadan önce Queen of the Desert projesinden ayrıldı ve yerini Nicole Kidman'a bıraktı. 

Blogumuz adına çeviriyi yapan: elwiens
Kaynak linki belirtilmediği sürece blogumuzdan çeviri alınması kesinlikle yasaktır. 

Fransızca'dan İngilizce'ye çeviren: @SomeLostBliss

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder